İnsanın Yaratılış Özellikleri Üzerine Bir Tefekkür

İnsanın yaratılış özelliklerini bilmenin hayatı anlama ve anlamlandırmada ki önemi gitgide artmaktadır. İnsan kendini tanıdıkça hayattaki duruşu değişir. “Kendini bilen Rabbini bilir” sözü kadim bir sözdür. Bu yazımızda insanı Rabbinden uzaklaştıran etkenlere kısaca  değinmek istiyoruz. Bu çalışmada ayrıca insanın “nefsinin” potansiyel yaratılışıyla (haleka) ilintili kavramları ilgili ayetler ışığında inceliyoruz. Bu bir tefsir çalışması değildir. Kavramsal bir çalışmadır. Çalışmamızın amacı , Kur’an’da nefsin yaratılışıyla ilgili ayetlerde geçen dört kavramı ele almaktır. Bu sayede daha sonra yapılacak araştırmalar için sağlam bir kavramsal çerçeve hazırlamaktır.

Bilindiği gibi Batıda, Rönesans ve Reform Hareketi bilime ve teknolojiye ivme kazandırdı. Teknolojinin gelişmesi hayata bakış açımızı değiştirdi. Bu değişimi anlamlandırmaya çalışan sosyologlar “bilim mi iktidarı belirler, iktidar mı bilimi etkiler?” sorusuna cevaplar aradılar. Sonuçta toplumu yönlendiren erk iktidardır. Çoğu sosyolog iktidarın bilimi etkilediğini söyler. Bilim sizi iktidar yapmaz “iktidarsanız bilimin yönünü, tarzını, biçimini etkilersiniz” düşüncesini savunurlar. Rönesanstan önce kilise merkezli iktidar, toplumun yapısını büyük ölçüde etkiliyordu.  Kilisenin oluşumuna sebebiyet veren süreç Pavlus’un önderliğinde gerçekleşti. Pavlus’un şekillendirdiği Hristiyanlık, 380 yılında Roma İmparatoru Theodosius tarafından resmi din olarak kabul edildi. Kilisenin kurumsallaşma sürecini anlatmak bu yazının amacı değildir. Sadece kilisenin felsefi ve bilimsel temellerini öğrenmek faydalı olacaktır.

Aristoteles’in felsefesi ve Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli kilise öğretisinin temellerini oluşturdu.[1] Bu  temellere göre insanın yaratılış özellikleri statik/determinist evren[2] algısına göre şekillendi. “Cizvit ilahiyatı sıkı sıkıya Aristotelesçi fikirlere dayalıydı. Cizvit papazları gökteki gezegenlerin hareketlerini ve Aşai Rabbani ayininde ekmeğin nasıl İsa’nın bedenine dönüştüğünü açıklamak için Eski Yunan bilgeliğini kullandılar[3] Kilise yanılmazlığıyla övündüğü için Aristotelesçiliğe saldırmak, Kiliseye saldırmakla eşdeğer hale getirildi. Aristoteles’in felsefesi sadece Kiliseyi değil; Yunanca eserlerin[4] Arapçaya çevrilmesi sayesinde müslüman filozofları da yakından etkilemiştir. Bu durum, Kur’an’ı anlama ve yorumlama biçimlerini de etkiledi. Bu sayede birçok akım ortaya çıktı. Çağlar boyu determinist evren anlayışı, hem dini hem felsefi açıdan insan düşüncesinin temelini oluşturduğu için “insan iradesi var mı yok mu? İnsan seçimlerinde özgür müdür?” Tartışmaları yapıldı. Günümüzde hala birçok fırka/mezhep determinist evren algısını savunmaktadır. Anlaşılacağı üzere insanın kaderinin ezelde yazıldığı fikri ortak temel bilgi alanını oluşturmaktadır.

Rönesanstan sonra gelişen pozitivist bilimde ve materyalist düşüncede de hakim görüş evrenin determinist bir yapıda olduğuydu. Reform Hareketlerinden sonra bilim insanları kilisenin öğretilerine karşı geldiler. Bilim insanları, Kilisenin Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcileri oldukları fikrini red ettiler. Bu sayede Tanrı merkezli bir dünya algısından daha çok insan merkezli bir dünya kurguladılar. Her şeyin ölçüsünü insanın belirlediği bir dünya algısında artık Tanrıya yer yoktu. Hakikatin tek ölçüsünün vahiy değil akıl olduğunu öne sürdüler. Özellikle Fransa’da temelleri atılan din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla başlayan laik ve seküler dünya görüşü dini devre dışı bıraktı. Bu durum insanın Rabbinden uzak olmasına sebebiyet verdi. Laik ve seküler yapılanma aslında Kiliseye/din adamlarına karşı oluşturulan bir tavırdır. Kilisenin insan fıtratına/doğasına aykırı eylem ve söylemleri bu süreci tetikledi.

Son 300 yıldır materyalist-pozitivist bilim anlayışı dünyaya hakim oldu. Bu anlayışta  her şey maddeden oluşmuştur, madde olarak da devam edecektir. Deney ve gözleme tabi olmayan “Tanrı ve ruh gibi kanıtlanması mümkün olmayan açıklamalardan kaçınmak gerekir” dendi. Bu düşünce insanı, dinden özellikle vahiy dinlerinden daha da uzaklaştırdı. Tanrı inancı başta olmak üzere ibadet, yaratılış, ahiret, peygamberlik, melek, vahiy gibi inançların birer yanılgıdan ibaret olduğu savunuldu. Bu savunma, insanı dünyanın efendisi yani hakikatin tek ölçüsü olduğu fikrine sürükledi. İnsanın manevi dünyası ret edilince, fıtrata aykırı bir söylem geliştirildiği için insanlar, psikolojik buhranlar yaşamaya başladı diyebiliriz.

Özellikle birinci ve İkinci dünya savaşından sonra insana ve hayata dair sorgulamalar artınca insan psikolojisi tekrar önem kazandı. Birinci dünya savaşı psikolojinin gelişmesine yol açmıştır. İkinci dünya savaşı psikoterapik yaklaşımların ortaya çıkmasına yol açmıştır. İkinci dünya savaşının yol açtığı büyük yıkım, Batıda bireyi ön plana çıkaran yaklaşımların oluşmasına sebebiyet verdi. Bir tasnife göre günümüze kadar 4000 civarında teorik perspektif ortaya çıktı. Bu durum birey merkezli bir dünya algısının oluşmasına yol açtı. Süreç içerisinde gözlem ve deneye dayalı psikoloji bir bilim haline getirildi. Üniversitelerde okutulmaya başlandı. Bu sayede psikoloji bilimi evrenselliğini ilan etti. Reform hareketlerinden beri din, bilim alanının dışında bırakıldığı için Allah Teâlâ’nın vahyi olan Kur’an-ı Kerim’in psikoloji biliminin dışında olduğunu söylemek bizi şaşırtmamalı. Geçmişte yapılan aynı hatalara“tekrar” düşmemek adına, çeviriler yoluyla Üniversitelerde öğretilen psikolojideki bilimsel kavramsallaştırmaların Kur’an’a arzı mutlaka yapılmalıdır.

Psikoloji bir bilim dalı haline getirildiğinden beri birçok teorik perspektif ortaya çıktı dedik. Her akım kendi önderinin adıyla anılır. Davranışçılığın kurucusu Skinner, Hümanistik  yaklaşımın kurucusu Maslow, çocuk psikolojisinin kurucusu Piaget gibi. Psikolojide de diğer temel bilimlerde olduğu gibi determinist evren algısı klasik yaklaşımları etkiledi.[5] 1920 lerden sonra Kuantum fiziğiyle beraber, Kuantum felsefesi de gelişmeye başladı. Günümüz psikolojisinde yeni akım yaklaşımlar, Kuantum felsefesinden çok etkilendi. Her psikoloji ekolünün mutlaka felsefi bir arka planı vardır. Kuantum felsefesi sayesinde psikologlar insanın manevi yönüne odaklanmaya başladılar. İnsanın seçimlerinde özgür bir varlık olduğu savunulmaya başlandı. Günümüzde klasik fiziğin determinist/statik evren algısı yerini Kuantum fiziğinin dinamik/indeterminist evren algısına bıraktı.

Kuantum fiziği insanın sadece maddeden ibaret olmadığını ortaya çıkardı. Artık soyut alanlardan bahsetmeye başlandı. Soyut alanları anlamlandırabilmek için Platon’un idealizmiyle beraber, mağara metaforu da önem kazandı. 1950’lerden sonra oluşan Psikolojik akımların önderlerinin çoğu,  insanın maneviyatını güçlendirmek adına Budizme Taoizme ve tasavvufa yönelmeye başladılar. Örneğin Martin Seligman’ın geliştirdiği Pozitif Psikoloji, temel kavramlarını Budizm’den aldığı ve psikolojiye uyarladığı bilinmektedir.

İnsanı Rabbinden uzaklaştıran etkenlere kısaca değindik. Sıra modern psikolojinin temel kavramlarından biri olan self-consciousness- öz bilinç/kendilik bilinci kavramını Kur’an’a test ettirmeye geldi. Kur’an’da “nefs” kavramını 270 ayette 298 kez hem fiziksel (beden) hem de kendilik bilincimiz için geçtiğini görmekteyiz. Konumuz itibariyle bu yazımızda nefsin anlamlarından biri olan insanın kendilik algısı/kendilik bilinci yani kendilik inşası üzerinde duracağız. Kendilik algımızı inşa ederken  potansiyel olarak doğuştan getirdiğimiz temel özelliklerimizin var olabileceğini düşündüren ayetlerin olması bu yazının yazılmasına sebebiyet vermiştir.

İnsanda potansiyel olarak doğuştan getirdiğimiz temel özelliklerimiz kavrandıktan sonra; süreç içinde gelişen özelliklerimizin önemi daha da artmaktadır. Kişiliğimiz, kimliğimiz, karakterimiz, düşünce ve duygularımızdaki görelilik diğer özelliklerden kaynaklanmaktadır. Geliştirilebilen özellikler seçilebilen, kontrol edilebilen, dengede tutması gereken özelliklerimizi oluşturmaktadır. Bu özelliklerimiz sınavımızla yakından alakalıdır.

İnsanın fıtratından getirdiği özellikler, yaradılışına/Allah’ın dinine uyacak şekilde kodlanmıştır. Kur’an’da ki “fıtrat” kavramı psikolojinin araştırma alanına dâhil değildir. Bu kavramın psikolojiye dahil edilmemesi psikolojik açıdan konunun önemini daha da arttırmaktadır “Sen yüzünü doğrudan doğruya bu dine, Allah’ın fıtratına/varlıklarda geçerli kanununa çevir.[6] O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah’ın yarattığının yerini tutacak bir şey yoktur. Dosdoğru din budur, ama insanların çoğu bunu bilmez. (Rum 30/30) “Dünyaya gelen her insan fıtrat üzere doğar; sonra anne ve babası onu yahudi, hıristiyan, Mecûsî (farklı bir rivayete göre hatta müşrik) yapar” (Buhârî, “Cenâʾiz”, 79, 92; Müslim, “Ḳader”, 22-25) meâlindeki hadiste geçen fıtrat kelimesinden ne kastedildiğinin açıklığa kavuşturulması insanın kaderi, seçme hürriyeti, müslüman ve gayri müslim çocuklarının dinî ve hukukî durumlarının belirlenmesi gibi kelâmî, ahlâkî ve fıkhî meseleler bakımından önemlidir.[7]

Kur’an’da ayetlerde geçen kavramların önemini anladıktan sonra, kendilik bilincimizi inşa ederken Yaratıcının yol göstericiliğine mutlaka ihtiyacımız olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. İnsanın yaratılış özellikleriyle ilintili; yani insanın potansiyel birincil özelliklerinin anlatıldığı “halâka” kavramıyla birlikte geçen duifa (zayıf), min acel (aceleci), heluan (hırsılı ve hırsından dolayı doyumsuz da diyebiliriz), fi kebet (sıkıntı ve zorlukları aşabilecek yapıda) kavramlarına sırasıyla bakalım:

1) Zayıf bir varlık olarak insan: Zayıf kavramı Kur’an’da 45 ayette türevleriyle birlikte 52 kez geçmektedir.

-Bedendeki zayıflık (fiziksel kuvvetten yoksunluk), duyguda, muhakeme gücünde ve fikirde yoksunluk anlamlarına gelen bu kavramın insanın yaradılışından getirdiği temel özelliklerindendir.

-Katlamak arttırmak, ziyadeleştirmek (iki katı, üç katı gibi)

Zayıf kavramının geçtiği ayetlere örnekler verelim:

Rum 54. Ayette bedensel güçlülüğe işaret etmektedir diyebiliriz “Allah sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlüğün ardından güçlü hale getiren, güçlülükten sonra da tekrar güçsüz ve ak saçlı hale getirendir. O tercih ettiği şeyi yaratır. Daima bilen ve ölçüyü koyan odur “[8] Nisa 28’de “İnsan zayıf yaratılmış olmasından dolayı”  Allah sizden yükü hafifletmek ister.” Ayette geçen zayıflık bedenen olabileceği gibi duyguda, muhakeme gücünde, fikirde yoksunluk yani zaaflarda ki düşkünlüktür. Rum suresi 54 ve diğer yaratım süreçlerinin anlatıldığı diğer ayetlerle birlikte bu ayette geçen zayıflığı değerlendirdiğimizde insanın zayıf (zaaflarına) düşkün bir varlık olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. İnsanın zayıflığını (zaaflarını) dizginleyebilmesi ve güçlendirebilmesi için bir rehbere mutlaka ihtiyacı vardır.

Kur’an-ı Kerim’de geçen Firavun ile Musa ve Harun kıssalarını bir bütünlük içerisinde okuduğumuzda insanın, insana yaptığı baskı sonucunda zayıflatılabileceği anlatılmaktadır. “Firavun, ülkesinde zorbaca bir yönetim kurmuş ve halkını farklı topluluklara ayırmıştı. Onlardan bir kesimini (İsrailoğullarını) zayıf düşürüyor; oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.”(Kasas 28/4) Firavunun zulmüne karşı Allah Teâla İsrailoğullarını sabretmelerinden  ve Allah’a güvenmelerinden dolayı Firavunun zulmünden kurtarmıştır. Fakat kurtarılan İsrailoğulları inandıktan sonra kafir olmuş ve batıla (buzağıyı ilah edinerek), uydurulan dinlerine tekrar geri dönerek kendi kendilerine zulm etmişlerdir.

“Allah zerre kadar haksızlık / zulüm yapmaz. Yapılan şey bir iyilik ise onu kat kat artırır ve kendi katından büyük bir ödül de verir” (Nisa 4/40)

“Allah’a güzel bir ödünç verirseniz O size, kat kat fazlasını verir ve durumunuzu düzeltir. Üzerine düşeni eksiksiz yapan ve yumuşak davranan Allah’tır.” (Tegabun 64/17)

Allah Teâla “sabredenleri sever” (Al-i İmran 146.) Ayette belirtilen bu hakikat insanın zaafa düşmemesi için aklından çıkarmaması gereken bir ayet olmalıdır. Şunu da unutmamak gerekir “İnanıp güvenenler Allah’ın yolunda savaşırlar, kafirlik edenler /ayetleri görmezlikte direnenler ise tağutların yolunda savaşırlar. Siz, şeytanın dostlarıyla savaşın. Şeytanın kurduğu oyun zayıftır. (Nisa 4/76)

2) Aceleci bir varlık olarak insan: Acele kavramı Kur’an’da 44 ayette 44 kez geçmektedir.

İnsanın aceleci olarak yaratıldığını anlatan ayetler: Enbiya 37. Ayette “İnsan aceleci bir yapıda yaratılmıştır. Size ayetlerimi göstereceğim;[9] benden bunu hemen istemeyin!” Aynı hakikat İsra 11; Yunus 11’de de geçmektedir.  İnsan hayrın da şerrin de acele olmasını isteyebilen bir varlıktır. Ayrıca insan hayır ve şerle de sınanmaktadır (Bkz. Enbiya 21/35).

“İnsan; şerri, sanki iyilik istiyormuş gibi ister. İnsan pek acelecidir.”[10] (Nahl 16/1)

İnsan şirke aceleciliği sayesinde düşebilir. Tıpkı Âdem’in iblise çarçabuk inanması gibi nefsine zulüm edebilir.  İnsan geçici dünya menfaatlerine aldanarak Allah’ın emir ve yasaklarını ihlal edebilir.  Allah’a tam bir teslimiyetle bağlı olan elçiler herkese örnektirler “Kararlı davranan elçiler nasıl sabrettiyse sen de öyle sabret. Onlar için aceleci olma. Tehdit edildikleri azabı görecekleri gün, sanki dünyada gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanacaklar. Bu bir bildiridir. Yoldan çıkan(fasık) topluluktan başka kim, bütün beklentilerinden yoksun bırakılır? (Ahkaf 46/35)

3) Hırslı bir varlık olarak insan: İnsanın “heluan” yaratıldığını anlatan ayet sadece Mearic 19’da geçmektedir. İskender Şahin’in “ Sami Dilleriyle Mukayeseli Olarak Kur’an’da Bir Defa Geçen Kelimeler” adlı kitabında bu kavram için şunlar yazmaktadır. “Sinirli (kelime Haş’am lehçesinde “sinirli” anlamına gelmektedir), sabırsız ve hırslı olmak gibi anlamlarda kullanılan kelime, Mearic 70/19’da insanın sabırsız ve hırslı olarak yaratıldığını ifade etmek üzere “İnnel insâne hulika helûâ” şeklinde geçmektedir. Kelime günümüz Arapçasında kullanılmamaktadır.”[11]

4) Sıkıntı ve zorluklara göğüs gerebilen insan: İnsan sıkıntı ve zorluklara göğüs gerecek şekilde “kebed”  yaratılmasını anlatan ayet sadece Beled suresi 4’te geçmektedir. Kebed kelimesi Habeşçe, İbranca, Aramca ve Süryanca yumuşamak, öfkelenmek, kalp, karaciğer anlamına gelen kelime, Arapça’da karaciğer anlamının yanı sıra şiddet, meşakkat, orta yer manalarını da ihtiva etmektedir. İnsanın dünya hayatında mevcut olan sıkıntılar içerisinde yaratıldığını ifade etmek üzere “ Legat halaknel insane fi kebed” şeklinde geçmektedir. [12]

İnsanın iç yapısını bozan ve davranışlarına yansıyan ikincil özellikler ayetlerde bolca anlatılmaktadır. Bu özellikleri şöyle özetleyebiliriz:

İnsan zalim doğmadı; fakat zalim oldu, müşrik oldu, kâfir oldu, cimri oldu (Kur’an’da insanın cimriliği farklı kavramlarla betimlenmektedir. Bunlar ketura, şuhh, buhl, men’dir Cimrilik insan psikolojisini olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerdendir. Kur’an’daki anlamsal farklar dikkate alınmalıdır.)  insan mala karşı düşkün oldu, kibirlendi, arzda bozgunculuk yaptı/fesad çıkardı, umutsuzluğa kapıldı, şımardı, nankörlerden oldu, taşkınlık yaparak/haddini aşanlardan oldu, çatışmaya/cedele yatkın hale geldi/Allah’ın ayetlerine karşı ve insanlarla haksız yere tartışan/mücadeleci, facir, fasık, münafık oldu. Şeytanın ayartmalarına uyarak şeytanlaşır hem sapan hem saptıran olur. İnsan unutkandır, şaşkındır, hüsrana düşüp/kendine yazık edendir gibi yapılan yanlış tercihler sonucu duygu ve davranışlarında  diğer özelliklerini kazanır. Farkındaysanız sayılan tüm özellikler yapılan yanlış tercihlerden kaynaklı sonradan kazanılan olumsuz/istenmeyen özelliklerimizdendirler.

Hz. Muhammed gibi Kur’an ahlâkıyla ahlâklandığımızda sonradan kazandığımız olumlu özelliklerimizi  ise şöyle sıralayabiliriz:

Müminler/inanlar, kulluğu yalnızca Allah’a yapıp namazlarında derin saygı içindedirler, ibadetlerini aksatmazlar, faydasız işlerden ve boş sözlerden yüz çevirirler, yoksula verirken, cimrilik etmezler, hayırda yarışır, zekâtlarını öderler. Irzlarını korurlar, zina etmezler. Rablerine kavuşacaklarını ve O’na döneceklerini bilirler, Rablerinden bağışlanma dilerler, Elçiler arasında ayrım yapmazlar, kötülüğü iyilikle savarlar, insanları affederler, öfkelerini yutarlar, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler, fasık olarak anılmazlar, yalnız Rablerine güvenip dayanırlar. Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, kalpleri ancak Kur’an’la yatışır, ayetlere karşı sağır ve kör değildirler, gayba ve hesap gününe şüphesiz iman ederler, imanlarına şirk bulaştırmazlar, bir kötülük yaptıklarında Allah’ı hatırlar ve bağışlanma dilerler. Alçak gönüllü olurlar. kusur ve mahremiyeti araştırmazlar. Gıybet yapmazlar, birbirlerini alaya almazlar, birbirlerini karalamaz, kötü lakaplarla çağırmazlar. Zannın çoğundan uzak dururlar, bilmeden, araştırmadan dedikoduyla hareket etmekten kaçınırlar. Allah’a din öğretmeye kalkmazlar. Allah’ın helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram kabul ederler. Rablerine karşı çok şükredicidirler. Dünya hayatının oyun ve eğlence ayrıca süs ve övünme yarışı olduğunu bilirler. Günün birinde bütün bunların yok olacağını da bilirler. Kısaca Kur’an ahlâkıyla ahlâklananların olumlu vasıflarını saymakla bitiremeyiz.

Her nefis kendinden sorumludur.” Hiçbir nefis başkasının günahını yüklenemez!”[13] Sadece bu ayet bile Hristiyan doktrininde bulunan “her doğan çocuk günahkar doğar” söylemine aykırı bir delildir!

Anlaşılacağı üzere Allahtan, Allah’ın kitap/larından kopuk bir şekilde bağımsız geliştirilen kendilik algısı, kimlik, kişilik, karakter inşası; ahlâksal, duygusal, bilişsel ve davranışsal anlamda insanlığı hüsrana sürükleyebilir. Müslümanlar psikolojilerini Kur’an’a arz etmek zorundadırlar. Yoksa “Küresel ölçekte toplumsal rızanın üretiminden sorumlu olan başlıca kurum Amerikan Psikologlar Derneğidir (APA). Burası dünyadaki psikoloji trendlerini yönlendiren başlıca kurumdur. APA, toplum mühendisleri ve medyanın çeşitli organları vasıtasıyla insanların psikolojisini bir psikoloji yaklaşımına yönlendirirler, onu popüler hale getirirler.”[14] APA’nın başındaki psikolog hangi akımı temsil ediyorsa dünya o akıma doğru sürüklenir diyebiliriz.

Sonuç olarak Kur’an’da geçen kavramlarla  ayetler ışığında doğru bağlantılar kurulduğunda, geliştirilecek psikoloji bilimi insanlığı bambaşka yerlere taşıyacaktır. Kısaca felaha-kurtuluşa ermek, yalnız Kur’an’la mümkün olacaktır. “ Bunlar Kur’an’ı bağlantılarıyla birlikte ele almayacaklar mı? Yoksa Kalpleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed 47/24)

Mürüvvet ÇALIŞKAN

————————————————————

[1] Kilise öğretilerinin temeline Batlamyus’un (dünya merkezli) evren modelini yerleştirdiği için Kopernik’in (güneş merkezli) evren modelini ret etti. Bu durum  bilim camiası ile kilisenin yollarını ayırmasına sebebiyet veren süreçlere zemin hazırladı diyebiliriz. Taki 1951 yılında  Kilise Cizvit papazı Lematrie’nin Bing Bang teorisinin ve Genişleyen Evren Teorisini kabul edip, bu teorilerin Kilisenin öğretileriyle çelişmediğini açıklayana dek. Lematrie sayesinde Kilise teorik bilimle barıştığını ilan etmiştir diyebiliriz. Daha detaylı bilgi için bkz. https://sophosakademi.org/evren-ve-biz-evren-ve-insanin-yaratilisi-hakkinda/

[2] Günlük hayatta aldığımız kararlar, düşüncelerimiz, eylemlerimiz, ahlaki tercihlerimiz belirlenmiş ve kesin kurallar içerisindedir. Determinizme göre özgür irade yanılsamadır.

[3] Charles Seıfe (2010), Alfa ve Omega, Metis Bilim yayınları, s. 26, İstanbul

[4] Yunancadan çevrilen eserler sadece Aristoteles’in eserlerini kapsamamaktadır.

[5] Çağlar boyu dini anlamda da bilimsel anlamda da hakim olan görüş evrenin determinist/statik bir yapıda olduğuydu.

[6] Süleymaniye Vakfı Rum 30/30 dipnot: “Fıtrat, insanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan yaratılış, gelişim, değişim ilke ve kanunlarıdır. Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve işleyişi fıtrata göredir. Bütün ilimlerde geçerli olan temel kanunlar bunlardır. Allah’ın dini bu kanunlara bire bir uygundur. Çünkü bu dinin sahibi, o kanunları koyan Allah’tır. İslam dinine uyan, fıtrata uymuş, varlıklar âlemiyle tam bir uyum içine girmiş olur. Bu uyumu bozacak oluşumlar, kişiyi, toplumu ve çevreyi de bozar.”

[7] https://islamansiklopedisi.org.tr/fitrat maddesi

[8] İlgili diğer ayetler bknz: Hac 22/5, Mu’minun 23/12-16, Yasin 36/68, Mü’min 40/67,

[9] Bknz: Fussilet 41/53, Neml 27/93.

[10] İnsanın yapısında acelecilik vardır. Bu sebeple ona en zor gelen şey sabırlı olmak ve ölene kadar duruşunu bozmadan doğru yolda gitmektir (Enfal 8/32, Yunus 10/11, Ra’d 13/6, İsra 17/11, Enbiya 21/37. Hac 22/47. Şura 42/17-18).

[11] Şahin İskender, (2018), “Sami Dilleriyle Mukayeseli Olarak Kur’an’da bir Defa Geçen Kelimeler”, Okur Akademi yayınları, s,169, İstanbul

[12] Şahin İskender, s,140

[13] “(Ahirette) Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenmez. Günah yükü ağır olan, günahının taşınması için yardım istese onun bir parçası dahi taşınmaz, yardıma çağırdığı isterse akrabası olsun. Sen sadece, içten içe Rablerinden çekinenleri, namazını özenle ve sürekli kılanları uyarabilirsin. Kim kendini geliştirirse onu sadece kendisi için yapmış olur. Dönüp varılacak yer Allah’ın huzurudur.” (Fatır 75/18)

[14] https://sophosakademi.org/transpersonal-psikoloji-modasi/