İnsanın İmtihanı ve İlahi Bilginin İnsanın Sorumluğuna Etkisi

Yüce Allah biz insanları imtihan maksadıyla yarattığını indirdiği kitabında çeşitli vesilelerle ifade etmiştir. Hiçbir insan bu imtihanın istisnası değildir. İmtihanın zaman ve koşullarını yine bizzat Yüce Allah belirlemektedir. İmtihanın maksadı; Allah’ın kendi sevgisini, yardımını ve mükâfatını hak edecek direnci gösteren kimseler ile aksi davranış gösterenleri bilip ayırması, insanın elindeki imkânlar ve karşılaştığı zorluklara rağmen üretebileceği en iyi eylemi ortaya koyması ve Allah’a olan güveninde ne kadar samimi olduğunun sınanmasıdır. İşte Allah bunu görmek istemektedir.[1]

Peki, bu sınamada Yüce Allah’ın var olduğu kabul edilen ön bilgisinin bir tesiri var mıdır? Her şeyden önce “Allah’ın önbilgisi ve insan davranışlarına etkisi” konusunun, kader konusu ile iç içe olup yüzyıllardır gündemde olan bir konu olduğunu belirtmekte fayda görüyoruz.[2] Yine kendisi hakkındaki planı bilmek isteyen ve kader mevzusu üzerine tefekkür eden her insanın son noktada soracağı soru şu olacaktır“Yüce Allah hayat boyu tüm tercihlerimi ve bu tercihlerin doğuracağı sonuçları biliyor ise yani sonumuzun ne olduğu önceden biliniyor ise imtihanın anlamı ve gayesi nedir? İlahi bilgi hiçbir zaman değişmeyecek ise, biz ürettiğimiz eylemler ile sonumuzu nasıl değiştireceğiz?” Bu sorulara cevap aramadan önce “Kader ve İmtihan” konularına değinmek yerinde olacaktır.

Yüce Allah kitabında insandan sürekli akletmesini, tefekkür etmesini ve tedebbür etmesini istemektedir. [3] Elbette düşünen akıl soru üretecek ya da mevcut sorulara çözümler arayacaktır. İnsanlığın zihnini kurcalayan konulardan bir tanesi de kader konusudur. Nedense bu konu açıldığında “anlaşılmaz, tartışılmaz ve sonuca ulaşılamaz” gibi yargılarla konu geçiştirilmekte ve insanların soru sormalarının önü kesilmektedir. İyi ama insanlar soramadıkları, hakkında bilgi sahibi olmadıkları konulara nasıl iman edecekler ve ya bu konudaki imanları kendilerini hayatta nasıl yönlendirecek? Kader konusunun tartışmaya kaplı olduğu iddia edilse de kelam ve hadis kitapları bu konular üzerine rivayetler, nakiller ve sayfalarca süren izahlarla doludur. Anlaşılan kader mevzusunu bize tartışmayı yasaklayan geleneğimizin kendisi bu yasağa hiçbir zaman uymamıştır. Zaten kimsenin uyması da beklenemez kişi aklını taşıdığı sürece sürekli soracaktır. Ayrıca Allah konuyu bizzat kendisi tartışmaya açmıştır (En’am, 148-149). Aklın üzerinde düşündüğü, Allah’ın gündeme getirdiği bir mevzu hakkında “âlimler bile çözememiş zaten peygamberimiz bu konunun tartışılmasını yasaklamış” gibi bir anlayışa sahip olmak hatalı bir yaklaşım olur.

Klasik anlamda “Kader’e İman” esası her ne kadar toplumsal hafızamızda yer etse de[4] Kur’an’da geleneksel anlayışın benimsediği türden bir kader algısından bahsedilmez, bir iman şartı olarak gösterilmez.[5] Ancak bu, kâinatta başıboşluğun hâkim olduğu manasında da algılanmamalıdır. Kader, Yüce Allah’ın mahlûkata yüklediği kapasite ve yaratılmışların varlıklarını idame ettirme noktasında koymuş olduğu kurallar-ölçüler bütününün adıdır. Her bir varlık, varlığını sürdürebilmek için kendisi hakkında konulan yaşam standartlarına zorunlu olarak uymak mecburiyetindedir.

Örneğin, nerede doğacağımıza, hangi dili konuşacağımıza kendimiz karar vermedik, yine göklerin ve yerin yapısı bizim tercihimizle olmadığı gibi, varlıkların kapasite ve kullanım alanlarını da bizler belirlemedik. İşte bu, Allah’ın yarattıkları için belirlediği ilahi takdir yani kaderdir. Bu anlamda inançlı-inançsız hiç kimse böyle bir ölçülendirmeyi reddedemez, zira bu türlü dengeler olmasaydı evren kaotik bir hal alıp varlığını sürdüremezdi. Bugün yapılan tüm bilimsel çalışmalar ve tesbitler Allah’ın belirlediği bu kurallar çerçevesinde yürütülmektedir.

Nitekim Kur’an’da Allah böyle bir dengeden bahsetmiş, yaratılmışların kendisine kulluğunu zorunlu ve gönüllü olmak üzere ikiye ayırmıştır.[6] Kâinattaki tüm varlıklar Allah’ın belirlediği yaratılış / fıtrat kanunlarına dayalı olarak varlıklarını sürdürmek zorunda olduklarından aslında “Zorunlu olarak Müslüman”dırlar.  Allah, insana zorunlu kulluğun yanı sıra gönüllü kulluğu da emredip, bu kâinat korosuna katılmasını istemiştir.[7] Ancak insana, kendisine karşı tavır koyabilme özgürlüğünü verip imtihana tabi tuttuğundan, insan adına tercih yapmamış, gönüllü kulluğu -sonuçlarını göze almak kaydıyla- kişinin kendisine bırakmıştır. İmtihan dediğimiz hadiseyi de bu tercihler oluşturmaktadır.[8]  İmtihan, Allah’ın çeşitli darlık-bollukla, çizmiş olduğu haram-helal sınırlarıyla ve sevinç ile üzüntü veren olaylarla toplumları ve kişileri denemeye tabi tutmasıdır.[9]

Allah’ın Ön Bilgisi ve İnsanın İmtihan Arasındaki İlişki

Buraya kadar olan kısımdan kader kavramını anlamaya çalıştık ayrıca imtihanın keyfiyeti üzerinde durduk. Tam bu aşamada “Allah ezelden-ebede her şeyi bilmektedir, yaptığı imtihanın sonucunu da doğal olarak bilmektedir öyleyse insandan neyi değiştirmesini beklemektedir? Madem neticeyi biliyor öyleyse neden denemek istiyor.”vs. Sorular zorunlu olarak akılları takılmaktadır.

İnsanın imtihanından bahsedebilmek için tercih seçeneklerinden,  özgürce tercih yapabilmesi için hür iradeden bahsetmek gerekmektedir. İnsanın seçme şansının olmadığı yerde hak edilmiş bir ceza ve mükâfattan bahsetmek anlamsız olacaktır. Sorumlu tutulabilmek için doğru ile yanlış arasında seçim yapabilme serbestîsi olmazsa olmaz şarttır. Kişi mecburen işlemiş olduğu suçtan cezayı hak etmeyeceği gibi, mecburen yaptığı iyiliklerden ötürü de övgüyü hak etmiş olmaz. Burada zihinleri meşgul eden soru “Yüce Allah’ın varlıklar âlemine ilişkin ezeli bilgisi, imtihan ettiği bizlerin tercihlerine bir müdahale sayılır mı? İlahi bilgi kulların tercihleri üzerinde cebir doğurmayacak mı ?” Sorusudur.

Klasik anlayışa göre ufak-tefek farklılıklar olmakla birlikte “Allah kullarının yapacağı tüm tercihleri önceden, daha onlar yaratılmadan bilmektedir ve bu bilgi asla değişime uğramamaktadır. Allah’ın seçimlerimizi biliyor olması üzerimizde olumlu olumsuz bir etki oluşturmamaktadır.” [10] Görüşü cevap olarak dillendirilmektedir.  Ancak bu cevap zihnimizi tatmin etmemektedir. Biz daha yaratılmadan hayatımızın her detayı ve yapacağımız tüm tercihlerimiz Allah tarafından biliniyor ise kendimiz hakkındaki bu bilgiyi nasıl değiştireceğiz? İlahi bilgi kulların eylemleri ile değişir mi? Aşağıda detayına ineceğimiz gibi bu ve benzeri sorular bize, hakkımızdaki bilginin nesnesi olduğumuzu düşündürmektedir yani önceden ne olarak biliniyorsak hep öyle kalacağız.

Bir alıntı yaparak konumuzu netleştirmeye çalışalım “… İşe somut bir örnekle başlayalım. Mesela, Allah’ın Firavun’un Firavun olacağını ezelî olarak bilmesinin bize neyi ifade ettiğini analiz edelim. Firavun henüz var olmamıştır. Ancak onun var olacağına dair ezelî bir bilgi vardır. Yani nesnesi olmayan, daha açıkçası, bilginin nesnenin kendisi olduğu bir bilgi. Bu ne demektir? Tarihin belli bir döneminde var olan Firavun, ezelî ilahî bilgideki Firavun’un nesnelleşmiş şeklidir. Bu durumda evrenin bilgisi ve yaratılışı ile Firavun hakkındaki bilgi ve Onun yaratılışı arasında bir fark yoktur. Evren nasıl ezelî ilahî bilgideki evren bilgisinin ilahî kudret tarafından nesnelleştirilen şekli ise, Firavun da aynı şekilde, ezelî ilahî bilgideki Firavun bilgisinin ilahî kudret tarafından nesnelleştirilmiş şeklidir. Diğer bir ifadeyle, evreni de Firavun’u da belirleyen ezelî ilahî bilgidir. Bu bağlamda, evren var olmada ne kadar hürse Firavun da o kadar hürdür. Öyleyse Firavun da evren gibi seçilmiş, belirlenmiş ve varlığı zorunlu kılınmış bir varlıktır. Bunu kelamî bir dille ifade edecek olursak şöyle söyleyebiliriz: Allah Firavun’u, Firavun olacak şeklinde değil, Firavun olsun şeklinde takdir etmiştir. Zira ezelî ilahî bilgiye göre Firavun’un başka türlü olma imkan ve ihtimali yoktur. Eğer böyle bir ihtimal bulunursa, o zaman ilahî bilgi ezelîlik vasfını kaybeder. Yani o zaman Firavun’un ezelî ilahî bilgiden bağımsız bir varlığını kabul etmiş oluruz ki, bu mümkün değildir.”[11]

Yazarın tespitlerine katılmaktayız gerçekten de Allah Firavun’un, zalimleşip kendisini ve etrafındakileri ateşe sürükleyeceğini biliyor ve hiçbir zaman hidayet bulamayacağı kesin ise neden “Belki öğüt alır[12] diyor? Firavun daha yaratılmadan ve öldüğünde cehennemlik olduğu Allah’ın ilminde belli ise, ortaya şu sonuç çıkmakta: “Firavun hiçbir zaman iman etmeyeceği ezelde bilindiğinden sadece yakılmak için yaratılmıştır”. Şimdi bu kabul Allah’ın nihayetsiz adaleti ile ne kadar bağdaşmaktadır? İmtihanda başarısız olacağını bile bile kişiyi yaratması, sadece yakmak için yarattığı anlamına gelir, bu durum merhamet edenlerin en merhametlisi olma özelliği ile çatışma halindedir. Firavun örneği, Allah’ın ön bilgisinin varsaymanın insan davranışlarında “Cebir / Kulların fiillerini yapmaya mecbur olduğu ”[13]anlayışını meydana getirdiğinin tipik bir örneğidir. Firavun’un iman etmeyeceğini biliyorsa iman etmesi, iman edeceğini biliyor idiyse iman etmemesi imkânsız olmaktadır, tam bu noktada “Belki öğüt alır” demenin hiçbir anlamı yoktur.

Benzeri bir durum Ebu Leheb içinde geçerlidir.Kader bahsinde Tebbet suresi kaderci zihniyet tarafından sürekli delil olarak kullanılır ve şöyle denilir “Tebbet suresi Ebu Lehep hayatayken indirildi öyleyse Allah onun kâfir olarak öleceğini bilip takdir etmiştir” Ancak bu anlayış gerçek dışıdır.  Tebbet suresi, Ebu Leheb’in ölümünden sonra inmiştir. Zira Ebu Leheb hayattayken lanetlenip imandan mahrum bırakılması Allah’ın adaleti ve merhameti ile bağdaşmamaktadır. Kader mevzusunda konusunda sürekli gündeme gelen bu konu, Kur’an değilde rivayetlerin merkeze alınması nedeniyle karışık bir hal almıştır. Ebu Leheb hayattayken cehennemlik ilan edilmişse öyleyse onunla aynı suçu işleyenlerinde affedilmeyeceğini söyleyebilir miyiz?

Tüm kargaşanın nedeni Allah’ın ezelden beri kullarının nasıl yaşayacağını ve neleri tercih edeceklerini bildiğini iddia eden görüşten kaynaklanmaktadır. Peki, ama Allah Ebu Leheb’in hiçbir zaman iman etmeyeceğini biliyorsa neden ona imanı teklif etti? Hani Allah kişiden gücünün yetmeyeceği bir şeyi istemezdi? Ebu Leheb bu sure indiğinde hayatta olsaydı, Peygamberimize gelip “Benim imansız olarak öleceğim cehenneme gideceğim Kur’an’da yazılı şimdi kendi kendimin cehennemlik olduğuna inanırsan kurtulacak mıyım?” deseydi sizce ne cevap verirdi? Ebu Leheb bu sure indikten sonra iman etmiş olsaydı Allah’ın yanıldığı mı ortaya çıkacaktı? Ne kadar garip değil mi!? İnanmazsa cehennemlik, inanırsa ateşe gireceğine de inanmak zorunda.  Yani inansa da inanmasa da cehennemlik! Küfürde Ebu Leheb’ten daha aşırı olan kafirler tevbe edebilecek, ama o daha dünya da iken lanetlenecek sonra da en adil çözüm bu olacak !? Geleneksel kader algısını benimseyenlerin yukarıdaki sorulara verebileceği hiçbir yanıt yoktur. İşte “ezelde biliniyordu, ezelde takdir edildi” inancının doğurduğu çelişkiler yumağı.

Ezeli bilginin ya da Allah’ın kullarının fiillerine dair ön bilgisi ile insan hürriyetinin aynı anda savunulması imtihan edildiğimiz gerçeği ile bağdaşmamaktadır, zaten “Ezel” diye bir kavram Kur’an’da ve hadislerde bulunmamaktadır. Bu yüzden “Allah ezelden beri biliyor”, “Ezeli ilim” ve “Ezelde yazıldı” gibi sözler Kur’ani değildir.[14] Dikkatli bakıldığında görülebilecek tutarsızlıkları şöyle sıralayabiliriz:

a)  Kur’an’a göre tüm eylem ve söylemlerimiz yazılı olarak kayıt altına alınmaktadır. [15]Allah tüm tercihlerimizi ezelde biliyor ise, bu anlayışa göre Allah yazıcı meleklerin ne yazacağını da bilmektedir, yani aslında önceden her şey yazılmıştır da. Bu da Allah’a göre her şey çoktan yaşanmış-yazılmış ve bitmiş olduğunu göstermektedir. İnsan Allah’ın bilgisini değiştiremeyeceğine göre iyilerin iyi, kötülerin de kötü olmasının hiçbir anlamı yoktur, çünkü kimin ne olacağı ve neyi hak edeceği bellidir. Şayet Allah dünya hayatımızın sonunda nereyi hak edeceğimizi biliyor ise, bizi hiç dünyaya uğratmadan asıl hak ettiğimiz yerde neden yaratmadı? Sebebi çok, açık bizi denemek ve ne derece verdiğimiz sözde duracağız, bunu bilmek için.

b)  Allah tarafından iradi fiillerimizin biz daha yaratılmadan biliniyor olması, birincisi bizim bu bilgiyi değiştiremeyeceğimizi, ikincisi Allah’ın da kendi bilgisini değiştirmeyeceğini gösterir. Bu durumda Allah kıyamete kadar hiçbir şeyi değiştirmeyecek ve hayata müdahale etmeyecek, sadece uzaktan izleyici konumda, pasif halde kalacaktır.[16] İnsanı mahkûm ettiği kadar Yüce Allah’ı da işlevsiz-etkisiz hale getiren bu durum “Yedinci gün istirahate”[17] çekildi anlayışı ile paralellik arzetmektedir. Her iki anlayışa göre de artık Allah’ın yapacak hiçbir işi kalmamıştır. “Bu durum aslında Tanrı’ının bile elini-kolunu bağlayan determinist[18] bir anlayıştır.”[19] Bu anlayışa göre yaratıcının kendisi bile cebir altındadır.

c)  Ezeli bilgi savının kabulü halinde insan, kendisine verilen rolleri oynamaya mahkûm konu mankeni gibidir, Allah’ın bilgisi değişmeyecekse, her şey onun bildiği gibi yaşanacaksa buna “ilahi irade” değil “ilahi senaryo” denilir ki bunun asıl adı da “Cebir”dir.[20] Bu cebir inancına göre insan “Ezeli Senaryo”nun sadece bir oyucusudur.

d)  Bu senaryonun figüranı olan kötüler kötü olmak zorunda oldukları için kötüdürler ve iyiler de iyi olmak zorunda oldukları için iyidirler, bu durumda ne imtihandan bahsedebilirsiniz ne de ceza ve mükâfattan. Tıpkı bir filmde, karakterler görünürde sanki bağımsız hareket ediyor gibidir ama aslında her şey yönetmenin bildiği şekilde gerçekleşmektedir.

e)  Kendisine göre her şeyin çoktan yaşanıp bittiği bir Tanrı -klasik anlayışa göre- hiçbir zaman bilgisinin değişmesini istemeyeceğinden asla yeni bir iş yapmayacak, yeni hiçbir şey yaratmayacaktır ve hayatta O’nun bildiklerinin aşamalı olarak dışarıya yansımasından başka bir şey olamayacaktır. Önceki bilgisini değiştirmesi imkânsız olan bir Tanrı’ya dua edip bir şeyler istemenin ya da istememenin hiçbir anlamı yoktur zira onun bilgisine göre zaten tüm ibadetler yapılmış olmuş bitmiştir. Dualar ve ibadetler çoktan kabul ya da reddedildiği için insanın bir eylem üretmesinin bir manası da kalmamıştır.[21]

f)  Yüce Allah kitabında “Âlime / Bilmek” fiilini kendisi için olumlu, olumsuz, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman kalıpları ile kullanmaktadır. Şayet “Allah her şeyi bilir”(Mücâdele, 7,Teğâbun 11) ayetine dayanılarak, Allah’ın olmuş ve olacakları tek bir ilim ile bir anda bildiği savunulacak ise bu takdirde, her şeyin yaratıcısı olduğunu ifade eden ayetlere[22] göre de olmuş ve olacak tüm her şeyin şu anda yaratılmış ve hazır olduğunu da savunma mecburiyeti doğmaktadır. Eğer Allah’ın bilgisini anlık kabul edip, yaratma sıfatını belli zamansal aralıklara yayacak olursak, bizce zaten tutarsız ve delilsiz olan “Allah’ın zamandan münezzeh olduğu”[23] iddiası, bir sıfatı için kabul edilip diğer bir sıfatı için reddedilmiş olur ki, bu ilgili iddiayı çürüten açık bir iç çelişkidir.[24] Bu durumda bizim yeni eylemler üretmemiz söz konusu olmaz ve imtihan da gerçekleşmemiş olur.

g)  Yüce Allah’ın varlıklara dair bilgisinin ezeli olduğunu savunmak aynı zamanda bu varlıkların da ezeli olduğunu savunmayı gerektirmektedir ki bu Tevhid inancı ile bağdaşmadığı gibi Panteizme / Vahdet-i Vücut’a da kapı açmaktadır.[25] Allah’ın “Âlim” sıfatı elbette onun sürekli vasfıdır, başlangıcı ve sonu yoktur ancak,  bilginin konusu olan yaratılmışları da böyle kabullenmek son derece sakıncalıdır.

h)  Kişi geçmişine gidemez, mesela; geçen yıl yaptığı hataları düzeltip hiç yaşanmamış hale getiremez. Ayrıca hiç kimse geçmişe dönüp bir diğerinin hayatına da müdahil olmaz. Çünkü yaşanıp-bitmiş, Allah’ın bilgisinde ve Levh-i Mahfuz’daki yerini almıştır artık hiçbir değişikliğe uğramayacaktır. Ezeli bilgi teorisine göre Allah gökleri ve yeri yaratmadan önce tüm yaşanacakları zaten biliyordu hatta O’nun bildiği şekilde yaşanıp bitmiştir de. İnsanın bir gün öncesine dönmesi bile mümkün değilken “Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı gün”[26]ün öncesine ulaşıp kendi yaşantısında değişiklik yapması mümkün mü? Öyleyse karşımıza çıkan netice şudur: İçinde bulunduğumuz yaşantı asıl hayatımız değil, daha önceden bilinen ve zorunlu olarak/cebren yaşamaya programlandığımız hayattır. Gerçekte kendi tercihlerimizi değil, biz yaratılmadan önce hakkımızda var olan bilginin gereğini yaşıyoruz. Bu anlayışta imtihan diye bir şeyden bahsetmek imkânsız hale gelmektedir.

i)  Allah’ın bilgisi asla insan bilgisi gibi değildir. İnsanın öngörüsünün aksi gerçekleşmesi mümkündür fakat Yüce Allah’ın bilgisi kesinlik ve değişmezlik ifade etmektedir yani neyi nasıl biliyor ise o öyle gerçekleşir.  Ezeli bilgi teorisine göre insan davranışları, Allah sadece biliyordan öte, bildikleri kesin gerçek halini almış ve fiilen yaşanmıştır. Bunu bir örnek ile açıklayalım: Şayet Allah, kişinin  (A) ile evleneceğini daha ikisini de yaratmadan biliyorsa, bu kişinin Allah’ın bilgisi değişmeyeceğinden ileride, (B) ile evlenmesi (ya da hiç evlenmemesi)  imkânsız hale gelmektedir. Aksi durumda Allah’ın bilgisi yanılgıya ya da cehalete dönüşür ki bu durum muhaldir. Öyleyse kişinin daha önce hakkındaki bilgi neyi gerektiriyorsa o yönde bir seçim yapması zorunlu hale gelmektedir, dolayısıyla diğer tercihlerin varlığı da bir anlam ifade etmemektedir.

Bu gibi önermeler yapılırken asıl vurgumuz insanın davranışlarında hür olduğu, kendi tercihlerinden yine kendisinin sorumlu olduğu, ezeli yazgının ve ezeli ilimin mahkûmu olmadığını ifade etmektir. Yaptığımız hiçbir amel ve yapılan hiçbir açıklama bizi yaratıcı bilginin mahkûmiyetinden ve cebrinden kurtaramamaktadır.  Allah’ın bilgisinin değişmezliği ile insan hürriyetini bir arada savunmak zihinsel bunalımlara neden olup, işi oluruna bırakıp Allah’ı suçlu kabul eden cebriye anlayışına sürüklenmekten başka bir anlam taşımamaktadır. [27]

Biz tam bu noktada Muhammed b. Numan’a katılmaktayız, o şöyle demektedir: “Allah, ancak takdir ve irade ettiği şeyi bilir. Takdirden önce bir şeyi bilmesi imkânsızdır. Eğer kulların fiillerini bilmiş olsaydı, onları imtihan etmesi ve denemesi imkânsız olurdu”.[28]Yüce Allah’ın insan davranışlarına dair ön bilgisi, aynı zamanda gerçekleşecek olana ilişkin tespit ve şekillendirmedir. Allah’ın varlık üzerindeki bilgisi yaratıcıdır, cebir kaçınılmaz ve bilgisinin aksi gerçekleşmesi imkânsızdır. Bu da imtihan olup sınanmanın mantık ve gayesi ile çelişik bir durumdur.

Kur’an’da Allah’ın Ön Bilgisi İle İlgili Ayetler

Kur’an-ı Kerim’e göre Allah’ın imtihana tabi tuttuğu varlıkların -hür irade ile yapacakları eylemler ve tercihler hakkında- önbilgisi yoktur. İlgili bir ayet şöyledir: “Yoksa siz, Allah, içinizden cihâd edenleri (sınayıp) bilmeden, sabredenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Al-i İmran, 142)[29] Konu ile ilgili ayetler çoktur.[30]

Bu ayetin tefsiri sadedinde Konyalı Mehmed Vehbi Efendi şunları söylemektedir: “Mücahede eden olmayınca ve mücahedede sabreden bulunmayınca Allahü Teala mücahede ve sabredenleri bilmez. Zira; yoktur. Allahu Teala varı var yoku da yok bilir. Yoksa yoku var bilmez. Çünkü yoku var bilmek cehli alallah olduğundan bu muhaldir. Binaenaleyh; mücahid olmaz ve mücahedede olmadığından mücahadede sabredende bulunmazsa bittabi Cenab-ı Hak mücahidi ve sabiri bilmez; zira yoktur…”[31]

Biz de bu kanaate katılmaktayız. Zira olmayanı bilme iddiası batıldır, Allah ise batıl ve abes işlerden münezzehtir.[32]“Yüce Allah her şeyi biliyor olmakla birlikte, Kur’an’da, bir olayı O’nun “henüz öğrendiği”, “öyle olmasını umduğu”, “ihtimal dâhilinde gördüğü”, anlamına gelecek ifadeler kullanılmaktadır. Bütün bu ifadeleri birleştiren özellik, Allah’ın geleceği bilmediği izlenimi vermeleridir. (…) Gerçek olmayan bir şeye ilahi ilim taalluk etmemekte; Kur’an basbayağı “Allah’ın bilmediği” şeylerden bahsetmektedir.[33] Çünkü olsaydı O bilirdi.”[34] Allah’ın önbilgisi olup ezelden ebede tüm olmuş ve olacakları bildiğini savunan görüş, Allah’ı tenzih etme ve tevhide gölge düşmesi kaygısı ile farkında olmadan cebri bir anlayışın doğmasına neden olmuş, insanı önceden planlanan bir senaryonun figüranı durumuna düşürmüştür.

Bu ve benzeri ayetlerin tefsiri yapılırken “عَلِمَ/Âlime: Bilmek”fiiline, ortaya çıkarmak, alamet koymak, işaretlemek, bildirmek ya da insanların bilmesi vs. anlamlar verilerek “Allah’ın ezeli bilgiye sahip olduğu” inancı kurtarılmaya çalışılmaktadır. Bu iddia üzerinden önce ezelden bildiği sonra yazdığı sonucuna varılarak kaderci-yazgıcı mantığın temelleri atılmış olmaktadır. Ayetlerin öncesi ve sonrası dikkate alındığında yapılan bu tevillerin tenzih amaçlı yanılgılar olduğu fark edilecektir.[35]

Burada şunu da ekleyelim “Allah tercihlerimizi biliyor fakat karışmıyor” ya da “Allah tercihlerimizi yazmadı, yazılı bir kader yok ama biliyor” demek cebirci anlayışı dolaylı yoldan desteklemektedir.. İnsan Allah’ın bilgisini de tıpkı yazgısı gibi değiştirmeyeceğinden bu türlü önermeler mantıksız ve yetersiz kalmaktadır.

Allah’ın Her “Şey”in Bilgisine Sahip Olmasının Anlamı

Kur’an’dan net olarak öğrendiğimize göre “Allah her şeyi bilmektedir”. Şüphesiz ki gerçek budur ve bunu böyle kabullenmek Müslüman olmanın gereğidir, aksi halde Allah hakkında çarpık bir inanca sahip oluruz, bu da bizi, Allah’ı bilgisiz bir varlıkla eşitleme gafletine düşürür ki, ahiretimiz harap olur.  Ancak bilgisizlik var olanın bilinmemesi ile alakalı bir durumdur, bir şeyin bilgiye konu olabilmesinin en temel şartı var/şey olmasıdır. Yokluk hakkında tanım-tarif yapılamaz, adlandırılamaz ve ister yazılı ister sözlü anlatımlara konu olamaz çünkü bahse değer bir mevcudiyeti yoktur, yani “Şey” halini almamıştır. Şey/Var olan bazı konu ve nesnelerin Allah tarafından bilinmediğini iddia etmek, Allah’a karşı haddi aşmaktır ve inanç bozukluğudur. Ne kadar büyük-küçük ya da ne kadar önemli-önemsiz olursa olsun var/şey olan bilinmiyorsa bu, bilmeyenin eksikliğini gösterir.

Konumuzla alakalı en derin yanılgılardan birisi de Allah’ın “olanları da bilmiyor” söylediğimizin zannedilmesidir. Şüphesiz ki Allah her mevcut olanı/var olanı, “Şey” halini alanı bilir. Fakat adı, kendisi, tasarısı ve soyut düşünce planında bile olmayanı bilmez, çünkü bilginin konusu olabilecek bir tarafı yoktur. Bu yüzden olmayanı bilmemek cehalet değildir. Asıl tuhaf ve tutarsız olan, olmayanı bilme iddiasıdır. Allah’ın kitabında “Allah olmayanları da bilir” şeklinde bir mantıksızlık yoktur.  Kur’an’da yer alan “Allah her şeyi bilir” ifadelerinin öncesi ve sonrası dikkatlice incelendiğinde görülecektir ki, ilahi bilgi sürekli “var olana, şey’e” ilişkindir[36]Allah her şeyi, zihinlerde ve fiillerde oluşanı, varlığı olanı bilir, ancak algı dünyamızda tasarısı olmayan ve fiilen şekil almamış, vücut bulmamışsa bu bilinebilir bir şey değildir, Allah tarafından bilinmemektedir.

Allah’ın Kendisini İçin “Şey” Kelimesini Kullanması

Yüce Allah Kur’an’da kendisine de “şey/varlık” demektedir.[37] Allah her şeyin helak olacağını ancak bir şeyin yani kendi vechinin istisna olduğunu (Kasas, 88) Kendisi gibi bir şeyin olmadığını (Şura, 11) ve şahitliği en büyük olan şeyin Allah olduğunu (En’am, 19) kitabında ifade etmiştir. “Şey” kelimesini yokluk için kullanmak doğru değildir ve asla kabullenemeyeceğimiz neticeler ortaya çıkabilmektedir,

Şey’e varlık ve yok, yokluk manası vererek atıf yaptığımız ayetleri alt alta okuyalım:

·  “Allâh ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka tanrı yoktur. Her varlık yok olacaktır, O’nun yüzü (zatı)ndan başka. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 88)

·  “Allâh ile beraber başka bir tanrıya yalvarma. O’ndan başka tanrı yoktur. Her yok yok olacaktır, O’nun yüzü (zatı)ndan başka. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 88)

Peki, öyleyse her yokluk nasıl tekrar yok olacaktır, önceden yok olanın sonradan yok olması nasıl gerçekleşmektedir? “Her yokluk, yok olacak, ancak O’nun yokluğu hariç” demeyi ne mantığımız kabul ediyor ne de inancımız.

·  “… O’nun benzeri gibi bir varlık yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 11)

·  “… O’nun benzeri gibi bir yok yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şura, 11)

Allah, şeydir/vardır ve onun gibi bir varlık yoktur. Anlatılmak istenen budur fakat şey’e yokluk manası verince bu anlam kaybolmakta, hatta tersine dönüşmektedir. Şey’e yok demekle aslında neye yok demiş oluyoruz bunu da okuyucuya bırakıyoruz.

·  De ki: -Hangi varlığın şahitliği daha büyüktür? -Benimle sizin aranızda şahit olan Allah’tır. (En’am, 19)

·  De ki: -Hangi yokluğun şahitliği daha büyüktür? -Benimle sizin aranızda şahit olan Allah’tır. (En’am, 19)

Burada sormamız gereken bir soru var. Şayet şey, yok ya da yokluk anlamına geliyorsa, bu ayette yok kabul edilen kim ?! Ayrıca Kur’an’dan öğrendiğimize göre Allah, kendisinden başka kulluk edilen, şefaatçi ya da kurtarıcı sanılan canlı veya cansız varlıkların kimler olduklarını her yönüyle bilmektedir (Ankebut, 42). Fakat gerçek anlamda bir ortağı olmadığından, Allah kendisinden başka bir şefaatçi olduğunu bilmemektedir (Yunus, 18, Rad, 33). Eğer Allah’a tanrılıkta ortak olacak ve O’nun nezdinde şefaat görevi yapacak varlıklar olsaydı bunlar herkesten önce Allah bilirdi, kullarına da bildirirdi.[38] Allah’ın kendi ortaklarını bildiğini iddia etmek onlar var olarak kabullenmektir ki, bu tevhit inancını ortadan kaldırır. Bu durum, Allah için “olanı da olmayanı da bilir” şeklinde gelişi güzel genelleme yaparak konuşmanın ne kadar sakıncalı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Yüce Allah’ın Yarattığı Varlıklar Hakkındaki Bilgisi

Kur’an’dan anladığımız kadarı ile Yüce Allah’ın varlıklara dair bilgisi ikiye ayrılmaktadır:

a) Planlayıp  “ol “ emrini verdiği ve imtihana tabi olmayan varlıklara dair bilgi,

b) Seçim hakkı tanıyıp imtihana tabi tuttuğu varlıklara ilişkin bilgi.

İlk durumdaki bilgiye tabi olanların seçme ve irade etmesi söz konusu olamaz. Allah onları hangi amaç için planladı ise, bu planın gereğini yerine getirirler. Mesela; Allah kıyametin nasıl oluşacağını önceden bilmekte ve projesini Kur’an’da bize bildirmektedir.[39] Kıyametin bize bildirilenden bir başka şekilde gerçekleşmesi imkânsızdır, zira Allah’ın bu konudaki bilgisi ve planı değişmemektedir / değişmeyecektir.

İkinci durumda olan insan ve diğer imtihana tabi olan varlıklar hakkındaki bilgi ise, imtihanda olan varlığın durumuyla eş zamanlı olarak değişmektedir.[40] Şayet insanı da ilk durumda olduğu gibi değişmez bilgiye tabi kılarsak bu takdirde önceden var olan bilginin nesnesi olacaktır, tıpkı gökler ve yer gibi eylemleri planlandığından imtihandan ve tercih etme olanağından bahsetmek imkânsız hale gelecektir. Şimdi Allah’ın varlıklara ilişkin bilgisini anlamaya çalışalım:

“De ki: “İçinizde -olanı- gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Göklerde -olanları- da, yerde -olanları- da bilir. Allah her şeye Kadir’dir” (Al-i İmran, 29)

“Gaybın anahtarları Allah’ın yanındadır; onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne -varsa- bilir; O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. O yerin karanlıkları içinde -olan- tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne -varsa- hepsi apaçık bir kitaptadır.” (En’am, 59)

1-Gaybı bilir, (Gayb: Şu an ki imkânlarımızla ulaşamadığımız veya önceden tasarlanıp ileride-gelecekte olacak “olan” yani Allah’ın olmasını planladığı ve “Ol” emrini verdiğidir. İleriye dönük insan davranışlarını Allah belirlemediği ve şu an mevcut olmadığı için gayb kapsamına alınamaz, zira Kur’an’da “olmayan”ı (Ma’dum’u) ya da gerçekleşmemiş insan davranışlarını gaybdan sayan tek bir ayet yoktur.[41])

2-Kâinatın herhangi bir yerinde, geçmişte olanları, şu an olmakta olanları, tüm gizliliklerde bulunanları bilir,

3-Tüm canlıların neler hissettiklerini, duygularını ve içlerinde olanı (İman, Küfür, Nifak vs) an itibarı ile bilir, Allah -şu anlık- imanımızı ya da küfrümüzü bilmektedir,  ancak O, bizleri çeşitli vesilelerle deneyerek imanımız koruyacak mıyız yoksa isyan mı edeceğiz bunu da bilmek istemektedir. Bu yüzden bizi, bir savaşı ya da sıkıntıyı aşsak bile bir başka denemeye uğratır ve bu hayat boyu sürer. O’nun bilgisi ve kararı durağan değil, kullarının durumuna göre değişmektedir.

4-Allah gelecekte takdir ettiklerini ve imtihan konularının ne olacağını bilir,

5-Allah yarattığı tüm varlıklar için koyduğu tabiat yasalarının nasıl işleyeceğini bilir,

6-Allah imtihanı önceden bitmiş ve hala imtihanı süren kişilerin -şu anlık- nereyi hak ettiklerini bilir,

7-Allah, insanın -imtihan gereği- davranışlarını ve insanoğlunun kâinata müdahalesini, eylemin zihinde ve fiilde oluşumu ile “eş zamanlı” yani “-Şey- halini aldığı anda” bilir.

Kulların davranışlarını Allah’ın önceden bildiğini kabullenmek, onları önceden belirlediğini kabullenmektir. Bu, kulun etkisizleştirilmesi demek olduğundan artık buna imtihan denemez. Allah’ın bu işleri, olduktan sonra öğrendiğini kabullenmek de ondan habersiz işlerin yapılabildiğini kabullenmek olur. Her iki anlayış da Kur’ân’a aykırıdır.[42] Allah eylemleri oluş anı ile birlikte bilmektedir.[43]

Sonuç:

Kader, Allah’ın varlık âlemi için belirlediği ölçüler ve kanunlar bütününe verilen isimdir. Allah bizi bu ölçüler içinde sınamakta, çeşitli şekillerde imanımıza olan sadakatimizi ölçmektedir. Buna da imtihan denilmektedir. Ancak zaman içerisinde siyasi ve sosyolojik çatışmalar nedeniyle pek çok kavram yozlaştırıldığı gibi “Kader” ve “İmtihan” kavramları da büyük ölçüde anlam kaymasına uğramıştır. Hatta bu konudaki kafa karışıklığı imtihanı yok sayacak boyuta ulaşmıştır[44] Âlemlerin sahibi olan Allah’ı yine ancak onun verdiği bilgi ile ve ancak onun izin verdiği kadarı ile tanıyabiliriz. Müslüman ile Müşrik arasındaki en belirgin fark koşulsuz teslimiyettir. Kendi inanacağı Tanrı’nın profilini ya da karakteristik özelliklerini yine kendisi belirlemeye çalışan ve şartlı teslimiyet gösteren kişiye müşrik denilir. Bir Müslüman’ın yapması gereken Yüce Allah kendisini bize nasıl açıklamış ise onu öyle kabullenmektir.  Aksi halde farklı tanımlamalar birbirinden farklı tanrı figürleri ortaya çıkaracaktır.

Yüce Allah’ı felsefecilerin ya da filozofların tanımlamalarına göre anlamaya çalışmak kesinlikle hatalıdır. Henüz kendisi hakkındaki pek çok gerçeği yeni yeni öğrenen ve kendisini tanımlamada bile sorun yaşayan insanın Allah’ı, yine O’nun tarafından bilgilendirme olmadan açıklamaya çalışması asla isabetli olmayacaktır.  Allah ancak gönderdiği vahiy aracılığı ile ve izin verdiği ölçüde bilinebilir. Bu ölçüleri aşıp-aşmamak bizim imtihanımızdır. Allah’a olan inancımızı birilerinin varsayımları ya da akıl yürütmeleri üzerine kuramayız. Allah’ı yine ancak kendisi açıklar, siz ya bu açıklamayı kabul eder Kur’an’da anlatılan Allah’a iman edersiniz ya da hayalinizde özelliklerini kendinizin belirlediği başka tanrılar üretirsiniz.

İmanını bir takım felsefi izahlar-teoriler üzerine bina edip temellendiren kişiler acaba ilgili felsefi kanaatler çürütüldüğünde kendi imanlarının da temellerinden çürüdüğünü kabul edecekler mi ?!   İnsanlığın düşünce mirasına sayısız katkıları olan felsefecilerden istifade etmek başkadır, Kur’an’ın yerini onlara verip akidemizi onların görüşlerine göre şekillendirmek çok daha başka bir hadisedir ve Kur’an nazarında hiçte masum değildir. Konu Allah’ı ayetleri değil ki, bu ayetlerle ilgilenenlere danışalım, burada konu bizzat Allah’ın kendisidir. Vahyin dışında ikinci bir yardımcı kaynağımız da yoktur ve hiçbir bilim dalının kuşatamayacağı bir mevzudur. Kısaca O kendisini nasıl anlattıysa O’nu öyle kabul etmek Müslüman olmanın en temel şartıdır.

Yüce Allah’ın imtihan ettiği varlıklar hakkında ön bilgiye sahip olduğunu savunmak, aynı varlıkları imtihan ettiği gerçeği ile çelişmektedir. İnsan davranışlarının Allah tarafından önceden bilinmediğini söylemek aslında insanın ilahi bilginin cebri altında olmayıp tercihlerinde hiçbir şekilde ilahi müdahale altında olmadığını, hür olduğunu ve tüm seçimlerinden sorumlu tutulacağını ifade etmektir. Yine önbilginin olmadığını söylemek, Allah’ın zatına, kudretine ve ilmine asla acziyet isnat etmek olarak anlaşılmamalıdır. Aksine hiçbir şeyin Allah’ın bilgisi dışında kalmadığını, O’ndan habersiz hiçbir olayın vukuu bulmadığı ve tüm varlığın onun bilgisi içinde olduğunu göstermektedir. Milyarlarca eylemin oluşumu ile eş zamanlı olarak Allah tarafından biliniyor olması, O’nun bilgisinin akıl almaz yüceliğini göstermektedir.

Allah Kur’an’ı sadece Müslümanlara göndermemiştir, Kur’an Allah’ın tüm insanlığa beyanıdır (Al-i İmran, 138) öyleyse tüm insanlığa çözüm önerileri sunmuş olmalıdır. Pek çok gayr-i müslim mütefekkir ve felsefeci Kur’an’ı incelerken, bu konu hakkında da sorular soracaktır. “Sizin inandığınız Allah benim gelecekteki tercihlerimi biliyor mu?” sorusuna alime/bilmek fiilini sağa-sola bükerek[45] cevap veremeyiz. Aklını kullanan herkes ezeli bilgiyi kabul etmenin doğurduğunu problemleri görecek ve sorgulayacaktır. Eğer insanları Kur’an’ın belirttiği gerçekler ile baş başa bırakmayıp kendi yargılarımızı din diye anlatırsak, bu sefer “Müslümanlar cevap veremedi”nin yerini “İslam cevap veremedi” alır. Öyleyse Kur’an’ın insanlığın düşünce dünyasını işgal eden bu soruna getirdiği çözüme teslim olmak tek çıkar yoldur.

Ayrıca şunu ifade etmekte yarar görüyoruz, “Allah geleceği bilmez” cümlesi, Allah’ın bilgisi konusundaki düşüncelerimizle örtüşüyor gibi görünse de tam olarak bizim savunduğumuz fikirleri yansıtmamaktadır. Zira “gelecek” içerisinde Allah’ın takdir ettikleri var ve bunları biliyor, ayrıca şuan kıyamet koparsa ya da insan ölürse insanlığın geleceğinden bahsedemeyiz. Gelecek, gerçekten gelecek mi?! Bu bile muğlaktır. Dolayısıyla “Allah’ın insanın yüz yüze, içinde olduğu imtihanda üreteceği tercihleri önceden ve sonradan bilemediğini”  savunuyoruz, geleceği bilmediğini değil. “Geleceği bilir ya da bilmez” gibi genel ifadeler son derece muğlak ve bir yerlere çekilmeye müsaittir, sakınılması gerekir.

Allah’ın önbilgisinin olmaması, (hâşâ) ön bir cehaletinin olduğu anlamına gelmez, cehalet mevcut bulunanın bilinmemesi ile meydana gelir. Ortada henüz bilginin konusu olabilecek herhangi bir “şey”  yokken bunun önceden bilinmesi gerektiğini ya da bilinmemesinin cehalet isnadı olduğunu kabul etmek mantıksız bir yaklaşımdır.  Allah’ın bilgisinin kader konusundaki yeri ve önemi tartışmasız bir gerçektir ve asla göz ardı edilemeyecek bu konu sürekli gündemde olacaktır. Ancak tartışmaları “Allah biliyor “ ya da “Allah bilmiyor” boyutuna indirgemek hatalı bir yaklaşım olur. Kader bahsi geniş bir mevzu olduğundan konu sadece Allah’ın bilgisi ile alakalı değildir.

Konunun siyasi, akidevi vs. boyutları vardır, tarih içerisinde şekillenmiş algılar, çarpıtılan kavramlar ve kalıplaşmış yargılar mevzunun kavranmasına engel olmaktadır. Allah’ın ön bilgisi konusu kader inancımızı ifade eden diğer kavramlar (şae, irade, kudret,  imtihan, delalet ve hidayet vs) ile birlikte Kur’an denetiminde ele alınıp, konunun bütünü içerisindeki yerine oturtulması olmazsa olmaz bir gerekliliktir.Kader, imtihan ve insan davranışları ile ilgili konuların Allah’ın bilgisi ile birlikte ele alınmasının pek çok soru işaretini ortadan kaldıracağı ve İslam kelamında, varlığı anlama adına yeni açılımlar getireceği kanaatindeyiz.[46] İnsan aklı ve ayetlerin birlikte değerlendirilmesi insan ufkunu genişleteceği gibi, insanı kalıplaşmış fikirlerinden kurtaracak, Rabbi ile daha özgür bir iletişim kurmasını sağlayacaktır.

Fehmi Çeçen’in kaleme aldığı bu yazı, Kitap ve Hikmet dergisinde 4. Sayı 2. Yıl Ocak, Şubat, Mart 2014 – 04.012016  tarihinde ise www.suleymaniyevakfi.org sitesinde yayımlanmıştır.

Yazıyı görüntülemek için linke tıklayın: fehmi-cecen-4-sayi-insanin-imtihani-ilahi-bligi-sorumlulugu


[1]Hud, 7, Mülk, 2, Kehf, 7, İnsan, 2, Ankebut, 2-3, Tevbe,93, 105,  Yunus, 13-14  ve Bakara, 155.

[2]  Bkz: Metin Özdemir, Allah’ın Bilgisinin Ezeliliği ve İnsan Hürriyeti ,“İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön Bilgisi”,  Zikri Yavuz, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı Doktora Tezi, 2006 , “Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri”,  Ahmet Akbulut, A.Ü.İ.F. Dergisi, c.33, A.Ü. 1992.

[3]Sad, 29, Nisa, 82, Muhammed, 24.

[4]Allah’ın önceden rollerimizi belirlediği ve herkesin kendine dayatılan rolü oynadığı algısı üzerine kurulan geleneksel kader inancı zalimlerin, despotların ve suçluların savunma, mazlumların avunma aracı olmuştur. Zalimler, mazlum ve savunmasız insanları yüzyıllar boyu bu inancı kullanıp aldatarak sömürgelerini sürdürmüşlerdir. İnsanı kendisi için yazılan sözde senaryonun figüranı yapan bu inanç, adalet ve huzur getirmemiş sürekli zalim ve mazlum üretmiştir. Eleştirdiğimiz bu algının Abbasi-Emevi saltanatları sırasında oluşup, zaman içerisinde kemikleştiği, konuyu araştıran herkesin karşılaşacağı bir gerçektir. Daha fazla detay için Süleymaniye Vakfı tarafından çıkarılan “Kitap ve Hikmet” dergisinin 6. sayısında yer alan ve tarafımızca kaleme alınmış olan “Dinci Siyasetin Allah İle Aldatma Sanatı” başlıklı yazımıza dileyenler müracaat edebilirler.

[5]Nisa, 136, Bakara 177 ve Bakara 285.

[6]Al-i İmran, 83, Fussilet, 9-12, Kamer, 49 ve Furkan, 1-2.

[7]Ayetlerden anladığımız kadarıyla insan da dâhil tüm varlıkların zorunlu ve gönüllü olarak Allah’a teslim olması varlık âleminin tevhidi olmaktadır, bu noktada şirk sadece akidevi bir sapma değil aynı zamanda Allah’ın koyduğu fıtrat kanunlarını sabote eden evrensel boyutta bir fesattır. Bkz: Enbiya, 21-23,  Meryem, 91-93.

[8]Kehf, 29, İnsan, 2-3.

[9]Hud, 9-11, Al-i İmran, 186, Enfal, 28 ve Bakara, 155.

[10]Bu görüş ve itirazlar için bkz: Mütercim, İsa Doğan 1989, Şeyhül İslam Mustafa Sabri Efendi, İnsan Ve Kader, Sayfa, 82-85.

[12]Taha, 43-44. Ayrıca bk: A’raf, 130, 168 ve Zuhruf, 48.

[13]Bkz: DİA, Cilt: 7, İrfan Abdulhamid, CEBRİYYE mad. Sayfa, 205-208.

[14]Bkz: Faiz Kalın, Felsefe ve Bilim Işığında Kur’an’da Zaman Kavramı, Sayfa 257-262.

[15]Kaf, 17-18, Zuhruf, 80 ve İnfitar, 10-12.

[16]Bu anlayış Rahman suresinin 29. ayeti ile çelişmektedir.

[17]Çıkış, 31/17 Bkz: Türkçe Çeviri ve Açıklamalarıyla Tora Ve Afrata, 2. Kitap, Şemot, Syf, 415. Ayrıca bak: Kaf Suresi 38, Rahman, 29

[18]Determinizm, belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik, evrenin veya evrendeki olayların ya da bir bilimsel disiplinin alanına giren tüm nesne ve olayların önceden belirlenmiş olduğu, onla­rın öyle olmalarını zorunlu kılan birtakım yasa veya güçlerin etkisiyle meydana geldikleri­ni ileri süren öğretiye verilen addır. Kısacası, her olayın maddi veya manevi birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüştür. Bkz: http://tr.wikipedia.org/wiki/Determinizm

[19]Ezeli bilgi teorisinin doğurduğu determinizm ve eleştirisi için bkz: Mehmet Aydın, Din Felsefesi, 160-175 sayfalar arası.

[20]Macit Nadim, Eylem Değişim İlişkisinin Teolojik Yorum, Etüt Yay. Samsun, 2000, Sayfa: 55.

[21]Daha detaylı analiz için bakınız: Aliye Çınar,  Modern Batı Düşüncesi Ekseninde Rasyonel Teoloji, Sayfa, 121-162 arası.

[22]Rad, 16 ve Zümer, 62.

[23]Allah’ı zamandan tenzih etmenin bir mantığı bulunmamaktadır. “Allah zamandan münezzehtir”  Sözü, Kur’ansal dayanaktan mahrum olduğu gibi, son derece muğlak olup, bu söz ile  neyin kast edildiği de net değildir. Bizce Allah ile zaman arasındaki ilişki şöyledir: Allah’ın üzerinden zaman geçmez, O’nun zatı ve sıfatları zaman aşımına uğramaz ve yapısal değişikliklere uğrayıp işlevinde eksiklik, zaaf ve acziyet meydana gelmez, ancak Yüce Allah, kendi eylemlerini belli zamansal aralıklara yayarak ve aşamalı olarak gerçekleştirmektedir.  (Bkz: Mearic, 4, Secde, 5, A’raf, 54 ve Hac, 47). Eğer Allah için zaman yok kabul edilecekse, bize göre henüz kopmayan kıyamet O’na göre çoktan olup bitmiş bir olaydır ve geriye de sadece daha önce bilinenin yaşanması kalmıştır. Ayrıca Allah dağa tecelli etmiş buna tanıklık eden Hz. Musa bayılmıştır (A’raf, 143) Şayet Allah zamandan münezzeh ve bu olay ezelde gerçekleşmiş ise, bu Musa (AS) ve dağın da ezeli olduğunu gösterir. Yine Allah İncil, Kur’an ve Tevrat’ı indirdiğini söylemektedir (Al-i İmran, 3-4), eğer ezelde indirdi ise, bu kitapları indirdiği kişilerinde yine ezeli olmaları gerekmektedir. Bunun da Allah’tan başka ezeli varlıklar icat etmek olduğu çok nettir. Bu olayların zamanın ve tarihin akışı içerisinde gerçekleştiği söylenecekse -ki bundan başka bir şey söylenemez- “Allah zamandan münezzehtir”  iddiası tekrar tekrar çürümüş olmaktadır.

[24]Hâlbuki Allah kulları için zaman ayıracağını açıkça ifade etmektedir“Ey cinler ve insanlar! Sizin hesabınızı görmek için de boş vaktimiz olacaktır.” (Rahman, 31)  Şimdi Allah’ın zamanla ilişkisi olmadığı ya da zamandan münezzeh olduğu nasıl savunulacak !?

[25]Metin ÖzdemirAllah’ın Bilgisinin Ezeliliği ve İnsan Hürriyeti, Sayfa, 126-127.

[26]  Tevbe, 36.

[27]Ezeli bilgiyi kabul edenler, bu ilginin cebir doğurduğunu, insanın iradesinin ve eylem üretme gücünü iptal ettiğini de itiraf etmek etmektedirler. Bkz: DİA, Cilt: 24, Yusuf Şevki Yavuz, KADER, mad. Sayfa, 60.

[28]Ahmet Akbulut “Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri”, A.Ü.İ.F. Dergisi, c.33, A.Ü. 1992, Sayfa: 146

[29]Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerîm ve Yüce Meâli.

[30]Muhammed, 31,  Al-i İmran,140, 166-167,Tevbe, 16, Ankebut, 3,11, Bakara, 143, 187, Enfal, 66,70, Hadid, 25, Maide 94, Sebe, 21, Kehf, 12.

[31]Konyalı Mehmed Vehbi, Büyük Kur’an Tefsiri, Hülasatül Beyan, 1-2 Cilt, Sayfa: 734.

[32]Detaylı tahliller için bakınız: Abdulaziz Bayındır http://www.kurandersi.com/kuran-sohbetleri/2012/allahin-bilgisi-ve-kader.html

[33]Rad, 33 ve Yunus, 18.

[34]  Murat Sülün, İnsan İradesi ve Kudreti İlahiye Bağlamında Kader Mes’elesi, Tartışmalı İlmi İhtisas Toplantısı, , Ensar Neşriyat, Sayfa: 293-294.

[35]Bu konuda yapılan tevillerin birbirlerini nasıl nakzettiklerini ve iç tutarsızlıklarını görmek için bkz: Murat Sülün “Allah geleceği bilir mi? Sorunsalı çerçevesinde Kur’an’ın genel ilahî ilim telâkkîsine aykırı âyetlerin yorumu” Akademik Araştırmalar Dergisi, 2004, S a y ı:19, Sayfa: 31-62.

[36]Bkz:  Bakara, 29, Bakara, 231, Bakara, 282, Nisâ, 32, Nisâ, 176, Mâide, 97,  En’âm, 101, Enfâl, 75, Ankebût, 62, Tevbe, 115, Nûr, 35, Nûr, 64,  Ahzâb, 40, Ahzâb, 54,  Şûrâ, 12, Fetih, 26,  Hucurât, 16,  Hadîd, 3, Mücâdele, 7 ve  Teğâbun 11

[37]Detaylar için bkz: Abdullah Pakoğlu, İslâm Kelâmında “Şey” Kavramı, Sivas 1999 (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Sayfa: 36-45

[38]Kur’an Yolu Türkçe Meali Ve Tefsiri, 3. Cilt, Sayfa: 109.

[39]Bkz: Tekvir, İnşikak ve İnfitar Sureleri.

[40]Allah’ın, hayatında defalarca küfre giren ve tevbe eden kullarını hiç değişmeden sürekli imanlı veya sürekli kâfir bilmesi olanaksızdır. Allah katında kişi hakkındaki bilgi, kişinin kendi durumunu değiştirmesi ile eş zamanlı olarak değişmektedir.

[41]Ersan Özten, Peygamberlerin Gaybı Bilme İmkânı, Doktora Tezi, 2009, Sayfa: 6-9, İslam Düşüncesinde Gayb Problemi, Ensar Neşriyat, Tartışmalı İlmi Toplantı, Ali Özek, Açılış Konuşması, Sayfa: 12.Şunu da eklemeyi gerekli görüyoruz, ma’dum’u gayb gibi gösterip, sonrada hakkımızda “Allah gaybı bilmez dedi” şeklindeki söylentiler ilmi ve ahlaktan çok uzak, gerçek dışı ithamlardır. Tekrar ediyoruz gayb “olmayan” değil henüz hiçbir şekilde ulaşamadığımız ama “var” olandır. Kıyamet saati gibi.

[43] Aslında “Allah yapacaklarımızı bilmez” demek sakıncalıdır, zira “yapacaklarımız” diye planladıklarımız zihnimizde tasarısı olan, zihinsel bir varlığı olan düşüncelerimizdir. Allah pratiğimizde, düşünce dünyamızda, henüz yapmadığımız ve hiçbir şekilde varlığa sahip olmayan tercihlerimizi bilmez. İnsan tercihlerini hayatın akışı içerisinde gelişen olayları değerlendirerek yapar, insan imtihana tabi tutulmadıkça tercihler belirmez yani yoktur ve olmayan hakkında bilgi de olmayınca Allah imtihan neticelerini önceden bilmez sonradan da öğrenmez eylemlerimizi ve tercihlerimizi oluşumuyla “eş zamanlı” olarak bilir.

[45] Bu konuda yapılan bir çarpıtmanın eleştirisi için bkz: http://www.youtube.com/watch?v=z5GDvY6Th_c

[46]Ahmet Akbulut “Allah’ın Takdiri Kulun Tedbiri”, A.Ü.İ.F. Dergisi, c.33, A.Ü. 1992,  Murat Sülün, İnsan İradesi ve Kudreti İlahiye Bağlamında Kader Mes’elesi, Tartışmalı İlmi İhtisas Toplantısı, Ensar Neşriyat, Sayfa: 293-294.