Kur’ân, Muhammed Aleyhisselam’ın Sağlığında Bir Kitap Halinde Mevcut muydu?
İslam aleminde, Kur’ân-ı Kerim’in Muhammed aleyhisselam’ın sağlığında bir Mushaf halinde bulunmadığı, dolayısıyla bir kitap halinde olmadığı kanaati yaygınlık kazanmıştır. Bu kanaate göre Kur’ân, Nebimizin vefatından sonra sahabenin gayreti ile sağdan soldan, ondan bundan toplatılarak yazılmıştır. Onları böyle bir kanaate götüren şeyin yine büyük ölçüde Allah’ı, elçisini ve kitabını, Kur’ân dışındaki kaynaklarla değerlendirmeleri olduğunu söyleyebiliriz. Aslında Muhammed (a.s) sağlığında Kur’ân’ın bir kitap halinde mevcut olduğunu ifade eden Kur’ân dışı birçok rivayetler de vardır. Fakat Müslümanlar arasında yaygın olan görüş, Kur’ân’ın Muhammed aleyhisselam’ın sağlığında bir kitap halinde mevcut olmadığı görüşüdür.
Biz bu makalemizde ilk önce onların bu konudaki delillerini ve değerlendirmelerini takdim edeceğiz. Sonra bu delillerin ne kadar doğru olup olmadığını ve Allah’ın kitabına ne kadar uyup uymadığını Kur’ân’ın ışığında ortaya koymaya çalışacağız.
a. Kur’ân’ın Muhammed (a.s.)’ın sağlığında bir kitap halinde mevcut olmadığını düşünenler.
Bu gibi düşünceye sahip olanların genel kanaati şöyledir:
Çeşitli yerlere yazılan vahiyleri bir kitap haline getirmek Resulullah devrinde mümkün olmamıştı.[1] Vahyin indirilme süreci sona erdikten sonra, bu süreçte indirilmiş olan vahiy metinlerini gelecek nesillere ulaştırmak görevi Sahabeye kalmıştır. Bu durumun farkında olan Hz. Peygamber’in yakın arkadaşları ve ondan sonra Müslümanların idaresini üstlenen sahabiler Kur’ân’ın mesajlarını sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere ulaştırabilmek için kendilerinden beklenilen vazifeleri yaptılar. Onlar: Önce dağınık olan yazılı malzemeleri toplamış (cem’), daha sonra bu malzemeler bir kitap/mushaf haline getirilmiş (tertip), son olarak da; ümmetin Kur’ân kıraatindeki birliğini sağlamak için bu mushafı, İslam beldelerine dağıtmışlar.[2]
Hz. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde ilk defa iki kapak arasında bir araya getirilen “Mushaf”, Osman zamanında teksir/çoğaltılarak İslam Devletinin merkezi bölgelerine gönderilmiş ve daha sonra yazıya geçirilen mushaflarda bu ilk nüshalar esas alınmıştır.[3] Bazı müellifler, Osman zamanında yazıya geçirilen mushafların dört adet olduğunun belirterek bu yönde yaygın bir kanaatin varlığından söz etmektedir. Bu rakama göre Hz. Osman üçünü Kûfe, Basra ve Şam’a göndermiş dördüncüsünü ise Medîne’de kendi yanında bırakmıştır.
Kur’ân’ın müshaf haline getirilme sebebi rivayetlerde bir birine benzer nitelikte aktarılmaktadır. Örneğin, Buhari de şöyle anlatılır:
Zeyd b. Sabit şöyle dedi: “Yemame savaşında ölenleri müteakiben Ebu Bekir beni çağırdı, Ömer b. Hattab da yanında idi. Ebu Bekir dedi ki: (Ya Zeyd) Ömer bana gelip şöyle dedi: “Yemame gününün şiddetli harbinde Kur’ân hafızlarından (Kurra) birçoğu şehit oldu. Ben diğer harb meydanlannda da harbin şiddetli olup Kur’ân hafızlarının şehit edilmelerinden, bu sebeple de Kur’ân’dan büyükçe bir kısmının zayi olup gitmesinden endişe ediyorum. Binaenaleyh, ben; Kur’ân’ın toplanmasını (cem’ini) emretmeni istiyorum”, dedi.
Zeyd devamla şöyle dedi: Ebu Bekir bana; “Sen genç ve akıllı bir adamsın. Sana hiç bir şekilde töhmette bulunamayız. (Güvensizlik duymanızı gerektirecek bir durumun yoktur.) Üstelik sen Resullullah’a vahiy katipliği yaptın. Şimdi de Kur’ân’ın peşine düş ve onu topla!” Ben dedim ki: “Allah’a yemin olsun ki, bana dağlardan bir dağı taşımayı teklif etmiş olsaydınız. Kur’ân’ı toplamayı emretmeniz kadar ağır gelmezdi. Hem siz nasıl Resulullah’ın yapmamış olduğu bir şeyi yapıyorsunuz?”
Ömer bunun karşısında: “Vallahi bunda çok büyük hayır vardır” deyip, bu konuda bana müracaat etmeyi sürdürdü. Nihayet ben de Allah’ın göğsümü genişletmesiyle bu konuda onun gibi düşündüm.” Böylece bu işin peşine düştüm. Onu hurma yaprakları, düz/ince taşlar ve hafızların ezberlerinden toplamaya başladım. Ta ki Tevbe Suresi’nin sonundaki; “Lekat caeküm Resulün min enfisikum ..” ayetlerine kadar geldim. Bu ayetleri Ebu Huzeyme el-Ensari’den başkasında bulamadım. Toplanılan bu sahifeler vefat edinceye kadar Hz. Ebu Bekir’in yanında idi. O vefat edince hayatı boyunca Ömer’in yanında, ondan sonra da kızı Hafsa’nın yanında kaldı.”[4]
Bu konuda yapılan rivayetler arasında nasıl bir çelişki olduğunu görmek isteyenler, Prof. Dr. İsmail Yakıt “Kur’ân’ı ilk defa mushaf haline getiren Hz. Peygamberdir” isimli makalesine göz ata bilirler.[5]
Biz sadece bu rivayetin ne kadar yanlış ve eksik aktarıldığını ileride “Kur’ân kıraatine yönelik ihtilaflar” başlığı içerisinde anlatacağız.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın Muhammed (a.s.)ın sağlığında bir kitap halinde mevcud olmadığını düşünenlere göre Kur’ân’ın cem’ini hazırlayan asıl sebep bunlardır. Aksi takdirde Kur’ân bu anlayışa göre cem edilmeyecekti.[6]
b. Kur’ân’ın Muhammed (a.s.)’ın sağlığında bir kitap halinde mevcut olduğunu düşünenler.
Kur’ân’ın Muhammed (a.s.)’ın sağlığında bir kitap halinde mevcud olduğunu düşünenler şöyle derler: Kur’ân âyetlerinin hem hıfzı hem de kitâbeti ilk defa Hz. Peygamber döneminde gerçekleştirilmiştir.[7]
Kur’ân’ın derlenip toplanması bir defada olup bitmemiştir. Bilakis onun cem’i üç aşamada tamamlanmıştır. Bunlardan birincisi Allah Resul’u henüz hayatta iken (m. 610-632) ve onun huzurunda, ikincisi Hz. Ebu Bekir’in halifeliği zamanında (m. 632-634), üçüncüsü ise Osman’ın hilafeti sırasında (m. 644-656) gerçekleşmiştir.[8]
Zurkânî’ye göre “Cemʿu’l Kur’ân” ifadesiyle, Kur’ân’ın bazen kalplerde ve hafızalarda ezberlenmesi (hıfz) kastedilmiş, bazen de âyet ve sûrelerinin yazılması (kitâbet) kastedilmiştir. Bunlardan birincisi Kur’ân’ın kalplerde ve hafızalarda toplanmasını, ikincisi ise sahifelerde ve satırlarda toplanmasını ifade etmektedir. Kur’ân’ın yazılmak suretiyle cemʿ faaliyeti, Hz. Peygamber dönemi, Hz. Ebû Bekir dönemi ve Osman dönemi olmak üzere üç aşamada gerçekleşmiştir.[9]
Kendisine vahiy bildirme işi bittiğinde, o, etrafındakilere; -“bana şöyle şöyle vahyolundu’ buyurarak onları, gelen vahiylerden haberdar etmekle kalmıyor; yanından eksik etmediği vahiy katiplerini (ki, bunlardan birkaçını -kimler olduğu önemli değil- ihtiyaten yanından hiç ayırmazdı) çağırıyor ve derhal onları çeşitli yazı malzemelerine kaydettiriyordu[10].
Böylelikle evinin bir köşesini veya hücrelerinden birini -o günün şartlarına göre- bir çeşit arşiv haline getiren Hz. Muhammed, Kur’ân’ın orijinal bir nüshasını burada koruma ve kollama altında tutuyordu.[11]
Bir taraftan Kur’ân’ın aslının muhafazası noktasında böylesi tedbirlere başvuran Hz. Muhammed, öte yandan Kur’ân’ın yaygınlaştırılması, herkese ulaşması ve onu olabildiğince çok insanın okuması ve ezberlemesinin temini için de Kur’ân’ın istinsahına (kopyasına) izin vermiş, hatta bunu özendirmiştir. Buna dayanarak birçok kişi kendine “özel Kur’ân nüshası” edinmişti.[12]
Zeyd b. Sabit’ten şöyle nakledilmektedir: ‘Biz Resulullah’ın huzurunda kağıt parçalarından Kur’an’ı te’lif ediyorduk’’[13]
Demek ki gelen vahiy metinleri belli bir sıra ve tertibe göre yazılmakta ve kayıt altına alınmaktaydı. İbn-i Abbas da bu konuda şunları söylemektedir: “Bazen Rasulullah’a birden fazla sure bir anda nazil olurdu. Kendisine bir şey nazil olduğunda vahiy katiplerinden birini çağırır, bu ayeti şu suredeki şu ayetin yanına koyunuz diye emrederdi.”[14] Bu durumdan ayet ve surelerin yerlerinin belli olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle Hz. Peygamber vahiy katiplerine yazdırdığı bütün Kur’an arşivlerini bir koleksiyon şeklinde bırakmıştı.
Daha Mekke’de iken, Resulullah Akabe’de buluşup-görüştüğü Rafi b. Malik ez-Zurki’ye, o zamana dek nazil olan ayet ve sürelerden oluşan bir Kur’an metni vermişti; O da yazılı metni Medine’ye götürmüş ve kendi evinde halka okumaya başlamıştı.[15]
Hicretten önce Musʿab b. ʿÜmeyr (ö. 3/625) ve Abdullah İbn Ümmi Mektûm’u (ö. 15/636)
Medine’de yaşayanlara Kur’ân öğretmek için görevlendirmiştir. Benzer şekilde hicretten sonra da Muaz b. Cebel’i (ö. 17/638) Kur’ân okutup ezberletmesi için Mekke’ye göndermiştir.[16]
Hz. Peygamber bu dönemde kendisine nâzil olan âyetleri okuyarak çevresindekilerle paylaşmış ve onun okuyup öğrettiği âyetler, kendisinden vahyi direkt alamayan uzak çevrelere de iletilmiştir.[17] Medine dönemine gelince burada vahyin yazıya aktarımı daha aktif bir şekilde sürdürülmüştür. Bu dönemde vahiy kâtipliği daha kurumsal bir şekle bürünmüş, özellikle Medine döneminin ortalarına doğru daha sistematik hâle gelmiştir.
Tabersi, Mecmau’l-Beyan adlı eserinde, Bagavi’nin şu tesbitini nakleder: “Peygamber, Kur’an’ı Cibril’in indirdiği şekilde imla ettiriyor ve yazılmasına nezaret ediyordu. Sahabe de bunu aksatmadan ve eksiltmeden Kur’an’ı iki cild arasına yerleştirmiştir. Kur’an, Peygamber zamanında toplanmış ve şu andaki şekliyle telif edilmiştir.”[18]
Kendisine gelen ve belli miktara ulaşan Kur’ân pasajlarını, her senenin Ramazan ayında Cebrail’e “arzeder, karşılıklı dinleşirlerdi. Bu suretle, o vakte değin biriken vahiyleri sıralama ve kontrol etme imkânına kavuşmuş olunurdu ki, bu “mukabele”, Hz. Peygamber’in irtihali öncesine rastlayan Ramazan’da iki defa gerçekleşmişti.
Kur’ân tarihi konusunda araştırma yapan Muhammed Hamidullah eserinde, “Tarihi kaynaklar, Kur’ân’ın herhangi bir parçası indiğinde, Hz. Peygamberin okuma yazma bilen sahabilerinden birini çağırıp daha önce inmiş ayetler topluluğu içinde nereye yerleştireceğini bizzat belirledikten sonra, inen ayetleri dikte ettirdiğini sözbirliğiyle belirtirler.”[19]
Nitekim bu söylenenleri destekleyen birçok hadisler mevcuttur: Ör, Her yılın Ramazan ayının gecelerinde Cibril ile Resulullah buluşur; o zamana kadar gelen Kur’ân bölümlerini birbirlerine okur, dinleşirlerdi. Bu mukabele, Nebi’nin vefatı öncesine rastlayan Ramazan’da iki kez gerçekleşti ki, Nebi bu Ramazan’da -öncekilerde olduğu gibi- on gün değil yirmi gün Mescid’de i’tikafa girmişti.[20]
Allah Resul’u kendisine gelen vahiyleri, özel olarak seçip görevlendirdiği vahiy katiplerine yazdırıyordu. Bunu yaparken onların yazdıklarını kendilerine okutarak kontrol ediyor, bir yanlışlık veya eksiklik varsa hemen düzeltilmesini sağlıyordu. Vahiy katiplerinden Zeyd B. Sabit anlatıyor: “Ben Resulullah’ın yanında bana imla ettiği vahiyleri yazardım. Yazma işi bitince (yazdıklarını) oku” der ve ben de okurdum. Yazdıklarımda bir eksiklik olmuşsa hemen onu düzelttirirdi.”[21]
“Nebi (a.s.), kitapsı/mushafı andıran yazılı bir kolleksiyon (mecmua) bırakmıştı.”[22]
Bu doğrultuda Sahebe’ye Kur’ân okumayı, okutmayı ve ezberlemeyi öğütler ve bunu çeşitli müjdeli hadisleriyle teşvik ederdi. Sözgelimi; “Sizin en hayırlınız/üstününüz Kur’ân’ı öğrenen ve onu (başkalarına) öğreteninizdir.”[23]
Ne zaman Kur’ân’dan bir bölüm inse, Hz. Peygamber, hemen kâtiplere o âyet pasajının yazılmasını emretmiştir. O, Kur’ân’ın yazıya geçirilip kayıt altına alınması hususunda hassasiyet göstermiş ve Allah’ın kitabının güvenilirlik ve zabtı konusunda titiz davranmıştır. Nihayet yazı ezbere yardımcı olmuş, kâğıtlar üzerindeki işaretler telaffuzu desteklemiştir. Neticede Kur’ân’ın tamamı belli sahâbîler tarafından, o dönemin imkânları ölçüsünde, elde edilen farklı malzemelere yazılmak suretiyle ilk defa Hz. Peygamber döneminde bir araya getirilmiştir.[24]
Hz. Peygamber’e gelen vahiylerin tedvin ve tertibi vahiy çerçevesinde Hz. Peygamber tarafından yapılmıştır.[25] Bu anlamda Hz. Ebubekir döneminde yapılan cem işi, ayetlerin baştan tekrar toplanarak istinsah edilmesi ve bir kitapta toplanması işi değildir. Hz. Ebu Bekir döneminde vahiy katipleri komisyonunun yaptığı iş, halifenin yazılı emriyle sahabenin elindeki şahsi nüshaları toplama işidir. Bunun nedeni de dağınık haldeki ayetleri toplayarak yeni bir metin oluşturmak değil, Peygamber nüshasının resmiliğini sağlayarak daha sonra çıkabilecek sorunları engellemekti. Çünkü Kur’an, vahiy malzemelerinde kayıtlı bir şekilde Hz. Peygamberin evinde mevcuttu.[26]
Kur’an, vefatına yakın Peygamber tarafından baştan sona iki defa okunarak vahiy katipleri komisyonunca asıl nüsha kontrol edilmiştir. Böylece ortaya konan resmi Mushaf, Hz. Peygamberden sonra devlete kalmış ve daha sonraki çoğaltmalar bu Mushaf’tan yapılmıştır. Bu bağlamda Kur’an’ın daha Hz. Peygamber hayattayken vahiy katipleri tarafından bütünüyle kaydedildiği ortadadır. Her ayet ve surenin yeri belirlenip kaydedildiğine göre Kur’an, Hz. Peygamber döneminde cem edilmiştir.[27]
Buhari ve Müslimin Sahihinde, Mekki ibn İbrahim’in rivayet ettiği bir hadiste şöyle denmektedir: “(Medine Mescidinde) Ne zaman gelirsem Seleme ibnü’l-Ekva‘yı, Mushafın bulunduğu direğin yanında namaz kıldığını görüyordum. Kendisine: Ey eba Müslim! Seni geldiğimde hep mushafın bulunduğu bu direğin yanında namaz kıldığını görüyorum. Bana şöyle dedi: Ben, nebimizi onun yanında namaz kılarken gördüm.”[28]
İbn Hacer, Fethul-Bari eserinde bu hadisle ilgili şöyle bir açıklamada bulunur: “Bu rivayet orada bir mushafın bulunduğunun delilidir ve bu mushaf, mescitte sandığın içine konulmaktaydı.”[29]
Yukarıdan beri anlatılan (ve dahi burada yer verilmeyen) tüm bu beşeri tedbirlerin ötesinde ve öncesinde; Kur’ân’ın bir de daimi surette ve devamlı ilahi koruma ve kollama altında olduğunu bilmek ve unutmamak lazım gelir. Bu konuda Rabbimiz şöyle der:
“Bu zikri de biz indirdik biz! Onu koruyacak olan da elbette biziz!” (Hicr, 15/9)
Kur’ân âyetlerinin ne şekilde ve nerede muhafaza edildiğine gelince, bunun hem Nebimizin kendi evinde hem de vahiy katiplerinde bulunduğunu söylemişlerdir.[30]
Kur’ân kıraatine yönelik ihtilaflar.
Kur’ân kıraatine yönelik ilk ihtilaf Ömer (r.a.) döneminde, Azerbaycan ve Ermenistan seferlerine katılmakta olan Suriyeli ve Iraklı Müslüman askerler arasında cereyan etmiştir.
Zürkânî’nin aralarında Buhârî’nin de yer aldığı kaynaklardan aktardığı rivâyete göre, burada, İslâm ordusu bünyesinde yer alan Müslüman askerler arasında Kur’ân kıraatine yönelik ihtilâf yaşanmıştır.[31] Bu münakaşa öyle bir noktaya gelmişti ki insanlar okuyageldikleri kendi kırâatlerinin daha üstün olduğunu iddia etmekle kalmamış, birbirlerini tekfir edecek derecede ileri gitmişlerdir. Bu durum Huzeyfe b. el-Yemân’ı (ö. 36/656) endişeye sevk etmiştir. Hz. Osman’a gelerek, ümmetin yahudi ve hıristiyanların kitaplarında düşmüş oldukları ihtilâfa düşmeden çözüm için acilen harekete geçmesi gerektiğini söylemiştir. Bütün bu sebepler ve olaylardan dolayı Hz. Osman, Müslümanlar arasındaki fitne ateşini söndürmek ve kıraat ihtilaflarına bir sınır koymak için, sahabeden ileri gelenlerin görüşlerine de başvurarak, Hz. Ebû Bekir döneminde derlenen mushafları çoğaltıp belli bölgelere göndermeye, bunların dışındaki mushafların yakılmasına karar vermiştir. Hz. Osman, Hz. Ömer’den Hz. Hafsa’ya intikal eden Kur’ân sayfalarını istetmiştir. Aralarında Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. ez-Zübeyr (ö. 73/692), Saîd b. el-Âs (ö. 59/679) ve Abdurrahmân b. Hâris’in (ö. 43/663) olduğu biri ensardan, üçü Kureyş kabilesine mensup dört kişilik komisyona Kur’ân nüshalarını çoğaltmalarını emretmiştir.[32]
Hz. Osman’ın komisyona verdiği şu talimat olmuştur: “onu Kureyş lehçesiyle yazın. Zira Kur’ân Kureyş lehçesi ile inmiştir.”[33]
Dolayısıyla tüm bu olaylardan, Kur’ân’ın okunması ile ilgili ihtilafın lehçede ve harekesiz yazılan Kur’ân’ı okuyanlar arasında olduğunu görmekteyiz. Osman döneminde tüm nüshaların toplatılıp bir tek lehçe ile yazılıp çoğaltılması ve dağıtılması, Kur’ân’ın okunuşu üzerinde oluşacak ihtilaflara son koymak amaçlıdır. Nitekim sonraki dönemlerde artık bu tür ihtilaflarla ilgili her hangi bir rivayete rastlamadık. Fakat Kur’ân’ın farklı lehçelerle okunması ya da harekesiz yazılması halen devam etmektedir.
Ümmet Kur’ân âyetlerinin bugün mushafta gördüğümüz hâli ile tertip edildiği hususunda hemfikirdir. Tertip işi de Hz. Peygamber’in Allah’tan aldığı bilgiye göre yapılmıştır, dolayısıyla âyetlerin tertibi tevkîfîdir/vahye dayalıdır. Bu hususta ictihâdda bulunmak ve fikir beyan etmek gereksizdir.[34]
Gulât-ı Şîa’nın bir kısmı, Kur’ân’ın cemʿi sırasında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın Kur’ân’ı tahrif ettiklerini, özellikle Ehl-i beyt ve imamların fazileti, Hz. Ali’nin velâyetini ilgilendiren birçok sûre ve âyeti tahrif ederek mushaftan çıkardıklarını iddia etmişlerdir. Böylesi bir durum vaki olsaydı, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Osman’dan sonra hilâfet makamına geçen Hz. Ali’nin bu işe müdahil olup Kur’ân’ı düzeltme yoluna gitmesi gerekirdi. Bilakis, Hz. Ali’nin kendi diliyle Hz. Ebû Bekir döneminde Kur’ân’ın toplanmasını, Hz. Osman döneminde de çoğaltılmasını takdir edip onaylaması, bu iddiaların boş olduğunun en büyük kanıtlarından biridir.[35]
Kur’ân’ın yazılması, korunması ve çoğaltılması sırasında yaşanan bazı olaylar kıraatlerin doğuşuna zemin hazırlayan etkenler arasında sayılmıştır. Hz. Muhammed yaşıyorken, peyderpey inen vahiy bildirilerini katiplerine kaydettiriyor, onlardan bazılarının özel Kur’ân nüshası edinmesine müsaade ediyor, bir nüsha da kendisi alıkoyuyor ve bunu saklama yoluna gidiyordu. Bu yüzden denilebilir ki; Hz. Ebu Bekir döneminde yapılan Kur’ân’ı cem’ işleminde Zeyd, Kur’ân’ın tamamına yakınını Peygamber’in evinde hazır vaziyette bulmuştur.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın Muhammed aleyhiselam’ın sağlığında bir Mushaf halinde mevcut olmadığını iddia edenler, olayı yanlış ve eksik aktarmakta, Zeyd’in Kur’ân’ı cem etmek için taş, yaprak üzerinde ve sahabenin elinde bulunan nüshalardan topladığını iddia etmektedirler.
Eskiden olduğu gibi günümüzde de birçok müsteşrikler ve onların etkisinde kalanlar, bu gibi olayları sulandırarak, Kur’ân’ın asıl kıraatinin farklı olduğunu, Kur’ân’ın sonradan harekelendiğini ve bu yüzden Kur’ân’da birçok yanlışlar olduğunu iddia etmişlerdir. Böylece Kur’ân’ın korunmasında Allah’ın verdiği sözü, Nebinin ve sahabenin bunca gayretlerini görmezden gelerek, Kur’ân’ın tahrif edildiğini ileri sürmeye çalışmışlar.
Her ne kadar da Kur’ân’ın harekelenip harekelenmediği konusunda farklı rivayetler olsa da birçok araştırmacı arap harflerinin harekeleme ve noktalama işinin Kur’ân inmeden önce de var olduğunu ireli sürmüşler.[36] Örneğin, bu konuda Katip Çelebi şöyle demiştir: Kur’ân mushafındaki bazı harflerin harekelenmemesi, noktalanmamış olması uzak ihtimaldir. Sahabenin, Mushafı her türlü işaretlerden hatta noktalardan arındırın” demesi, onların zamanında Mushafın varlığını ve benzer harfleri birbirinden ayırt edici işaretler (noktalar) kullandıklarını gösterir.[37]
İmam Ali (r.a)’nin talebesi Ebu’l-Esved ed-Düeli’nin şöyle dediği söylenir: Biz Kur’an yazısında (resm-i hattında) “ن إِذ” yerine “إِذًا” (12/14), keza “لَنَسْفَعن” yerine “لَنَسْفَعًا” (96/15) yazıldığını görünce, gönlümüzden, tenvinin en azından Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinden beri var olduğu kanaati geçmektedir.[38]
Aslında noktalamaya duyulan ihtiyacın, harekelemeye duyulandan daha çok olduğunu söylemek mümkündür. Arapça üç harften oluşan bir kelimenin (بَیۡتَ) bile otuzdan çok farklı şekilde okunabileceği malumdur. Burada Arap olanın da olmayanın da yapabileceği bir şey yoktur. O halde yazılan Kur’ân mushaflarının her çeşit (farklı) işaretlerden arındırılmış olarak yazdırıldığını belirten şahısların söylediği ne kadar isabetli ise, bunun aksini ifade eden rivayetler de o kadar isabetsiz olmuştur.[39]
Kur’ân’ın İlahi Tertip ile indiği andan ezberlenmesi, yazılması ve sıralanması.
İlk önce akleden ve inanan insanlar olarak; bizim dünya ve ahiret saadetimizi gösteren ve bizden sonraki nesiller için de ulaşılması istenen bir kitabın, hem gönderen hem tebliğ ve kabul eden birileri tarafından bilindiği ve ezberlendiği halde, yazıya geçirilmemesi düşünülebilir mi?
Yüce Rabbimiz, sıradan alış verişte, vasiyette[40] ve borç meselelerinde[41] bile aralarında anlaşmazlık çıkmasın, yanlış anlaşılma olmasın dolayısıyla insanlar birbirlerinin haklarını korusun diye alıp vereceklerini yazmayı emredecek, fakat bunca önemli ve gelecek nesiller için de hak hukuk, hidayet kaynağı olan kitabı yazıya geçirmelerini onlardan istemeyecektir. Elçisi Muhammed aleyhisselam ise kendisine inen vahiy sayfalarını birkaç sahabenin evinde ve ya köşede bucakta bırakarak vefat edecek.[42] Nitekim, geleneğin büyük ölçüde benimsediği bu anlayış bizi, Yüce Allah’ın kendi dinini, kitabını fazla önemsemediği ve Elçisinin ise kendisine indirilen Kitaba gereken önemi vermediği, görevini ihmal ettiği ve kendisinden sonraki nesilleri hiç düşünmediği sonucuna götürmektedir. Halbuki yukarıda sunduğumuz sahih rivayetlerde Muhammed aleyhisselam’ın kendisine inen vahiyleri nasıl yazıya geçirdiğini, okuttuğunu ve bunun için vahiy katipleri diye bir kurumun tesis edildiğini görmekteyiz. Şimdi bu hassasiyetin Kuran-ı Kerime de nasıl yansıdığını anlatmaya çalışalım:
Aşağıdaki ayet yazının önemine işaretle, hem kalemin hem de gelen vahyin kitaba aktarıldığını göstermektedir:
ن وَالْقَلَمِ وَمَا يَسْطُرُونَ
“NUN! Kaleme ve (insanların) onunla satır satır yazdıklarına[43] çok dikkat edin!” (Kalem 68/1)
Kur’ân, ekser hadisler gibi önce şifahi olarak aktarılıp asırlar sonra yazıya dökülmüş değil, harfiyen ezberlenmiş veya yazıya geçirilmiştir. Bu yüzden Kur’ân’ı Arapçası, belağatı iyi olan biri okuduğu zaman bu kitaptaki kavramların gelişi güzel dizilmediğini, her tür hatadan uzak ilahi bir sanat eseri olduğunu rahatlıkla görebilir. Okudukça ve ayetleri bağlamına göre değerlendirdikçe ufku genişler, hayatın gerçeklerine ve nice hikmetlere vakıf olur. Dolayısıyla bunun bir insan eseri değil, ilahi bir yazı olduğunu görür. Aksi durumu söz konusu edenler için Rabbimiz şöyle der:
أَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِندِ غَيْرِ اللّهِ لَوَجَدُواْ فِيهِ اخْتِلاَفًا كَثِيرًا
“Kur’ân’ı hiç mi etraflıca düşünmezler! Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda kesinlikle pek çok çelişki bulurlardı.” (Nisa, 4/82)
Eğer Resulullah’ın elinde kendisine indirilen vahyin tamamı bir Kur’ân halinde bulunmasaydı, karşısındakilere ve özellikle yazılı bir vahiy kültürüne sahip olan ehl-i Kitaba bu ayette söylenenler anlamsız ve önemsiz olurdu.[44] Ehl-i Kitap din adamları[45] kendi kutsal kitaplarını kağıt üzerine yazıyorlardı ve bu onlarda bir gelenekti.[46] Dolayısıyla, insanlar bilmedikleri, eksiği olan ve bir bütün şekilde var olmayan, yarım yamalak, parçaları, sayfaları her tarafa dağılmış meçhul bir şeyle mücadeleye çağrılmazlar. Kuranın meydan okuması o kadar açık ki, onlara, onun dengi olacak on sure[47] hatta tek bir sure getirmelerini söylemektedir:
وَإِن كُنتُمْ فِى رَيْبٍ مِّمَّا نَزَّلْنَا عَلَىٰ عَبْدِنَا فَأْتُوا۟ بِسُورَةٍ مِّن مِّثْلِهِۦ وَٱدْعُوا۟ شُهَدَآءَكُم مِّن دُونِ ٱللَّهِ إِن كُنتُمْ صَٰدِقِينَ
“Kulumuza indirdiğimizden (Kur’an’dan) şüpheniz varsa ondakilerden birine denk bir sure getirin. Allah ile aranıza koyduğunuz, bilgili kişilerinizi de çağırın. İddianızda haklıysanız yaparsınız!” (Bakara 2/23).
Kur’ân, bütün insanlığın elinde bulunan en güvenilir Kutsal Metin ve kaynaktır. Çünkü dünyadaki hiç bir milletin inancı, Kur’ân kadar sağlam bir kaynağa dayanmamaktadır. Bu, hem Kur’ân, hem de Müslümanlar için oldukça önemli bir ayrıcalıktır.[48]
Yüce Allah önceki Kitaplardan farklı olarak Kur’ân’ın korunmasını kendi üzerine almıştır:
إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Bu zikri de biz indirdik biz! Onu koruyacak olan da elbette biziz!” (Hicr, 15/9).
Kuranın Allah tarafından koruma altına alınmış olması, Onun dünyada korunduğuna ve önceki kitapların aksine (metninin) tahrif ve tebdilden emin kılındığına işarettir.[49]
لَا تُحَرِّكْ بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ 16إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآنَهُ 17فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ 18ثُمَّ إِنَّ عَلَيْنَا بَيَانَهُ
“Sana indirilenle bir an önce hükmetmek için onu (indirilen ayeti) dile getirme, Onu (benzer ayetlerle) birleştirmek ve Kur’ân /ayet kümesi haline getirmek bizim işimizdir. Onu Kur’ân /ayet kümesi haline getirdiğimizde o ayet kümesine uy. Zaten onu (sana indirileni, benzer ayetlerle) açıklamak bizim işimizdir.” (Kıyamet, 75/16-19)
اِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْاٰنَهُۚ
Buradaki “Cem” ve “Kuran” kelimelerine dikkat edersek:
Cem, ezber ve yazıyı ihtiva eder. Cem kelimesi sözlükte “dağınık bir şeyi bir yere toplamak, parçaları bir araya getirmek, biriktirmek” anlamına gelir.[50] Cem’ü’l-Kur’ân, ıstılah olarak: “Hz. Peygamber (a.s.) ve sahabe döneminde, Kur’ân-ı Kerîm’in tamamının, usûlüne uygun bir şekilde ezberlenmesi, toplanması ve Mushaf haline getirilmesi” şeklinde tarif edilebilir[51]
Dolayısıyla “Cem” Kur’ân-i Kerim’in bir Kitap halinde (ister konuyla ilgili ayetlerin hepsi inmiş olsun ister olmasın) bütünlüğünü ifade eder. Bu yüzden Rabbimiz elçisine, sen sana vahyedilen ayetlerin tertibi, sırası ve bunların hafızanda kalması, korunması konusunda endişeye düşme. Onu biz cem edeceğiz. Yani, konu ile ilgili birçok ayet ve surelerin mushaftaki yeri boş ve sen bunları doldurmak, hatırda tutmak ve yazdırmak için acele etme. Biz onları tamamladıkça, Kuran/ayet kümesi haline getirdiğimizde o ayet kümesine uy, denmektedir. Nitekim, ayette de Nebimiz her hangi bir konuda ayetler tamamlanmadan o konuda hüküm vermezdi. Bu gerçeği rivayetler de desteklemektedir. Konu ile ilgili bir başka ayette:
وَقُرْآناً فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنزِيلاً
“Biz onu, Kur’ânlar/ anlam kümeleri şeklinde ayırdık ki onu (anlam kümesinin tamamlanmasını) bekleyerek insanlara öğretesin. Onu parça parça indirdik.” (İsra, 17/106)
Kur’ân, Nebimizin Medineye hicretinden önce de yazıya kaydedilmiştir. Bunu destekleyen ayetlerden biri şöyle:
وَكِتَابٍ مَّسْطُورٍ{2} فِي رَقٍّ مَّنشُورٍ {3}
“Satır satır yazılmış Kitap, (bir kitap ki) sayfaları neşredilmiş (yayılmış, yayınlanmış)” (Tur, 52/2-3.)
Ayette açıkça elde olan kitaptan bahsedilir. Bu da Kur’ân’ın toplanıp yazılmış olduğunu gösterir. Çünkü kalplerde ezber olan yahut taş, yaprak, ağaç kabuğu gibi şeyler üzerinde yazılı olan şeye de, mecaz dışında, kitap denilmez. Zira kitap, toplu bir varlığı olan şeye denir. Toplu olmayıp dağınık bulunan, bunun ötesinde, yazılı olmayıp sadece ezberde bulunan şeye de kitap denmez.[52] Kitap kelimesi, birçok ayette Kur’ân için kullanılır. Kur’an’ı ifade eden kitap lafızları ayetin vahyedildiği o zamana kadar inmiş olan ayet ve sureler bütününü kastetmekle birlikte, Kur’an’ın bugünkü anlamda bütün bir kitap olacağı fikrini vurgulamaktadır.[53] Şu ayet, Nebimizin elinde Kuranın mevcut olduğuna, inen ayetleri kendisi yazdığına veya yazdırdığına işarettir:
وَمَا كُنتَ تَتْلُو مِن قَبْلِهِ مِن كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَّارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ
Sen bundan önce bir Kitabı ne okumuş ne de elinle yazmıştın. Öyle olsaydı batıla dalanlar kesinlikle şüpheye düşerlerdi. (Ankebut 29/48).
Dolayısıyla karşılaştıkları ve okudukları kitabın Allah tarafından eksiksiz bir metin olduğu din adamları tarafından çok iyi biliniyordu. Fakat onlar bununla yetinmiyor ve başka bir mucizenin getirilmesini istiyorlar. Nitekim aynı surenin devamında:
أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ
Kendilerine bağlantılarıyla birlikte okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız (mucize olarak) onlara yetmiyor mu? Bu kitapta, inanıp güvenen bir topluluk için kesinlikle bir ikram ve akılda tutmaları gereken bilgi vardır.” (Ankebut 29/49-51).
Nebimizin, inen ayetleri yazdığını ve bir kitap halinde toplayıp bir araya getirdiğini şu ayetten de görebiliriz:
وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا
“Bir de şunu dediler: “Bu; öncekilerin yazılarıdır, Muhammed onlardan derleyip toplamaktadır. Bu ona sabah akşam yazdırılıyor.” (Furkan 25/5.)
Rabbimizin, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, hangi ayetin ve hangi surenin (sayfa sayısı dahil) nereye yerleştirileceğini melekleri vasıtasıyla elçimize göstermiş olduğunu şu ayetten çıkarabiliriz:
إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِن رَّسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِن بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا
لِيَعْلَمَ أَن قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَد
“Rabbinin mesajlarını, meleklerin ona tam olarak ulaştırdığını, getirdiklerinin biriktirip topladığını ve her şeyi tek tek kavradığını bilmesi için Onun (Elçinin) önüne ve arkasına gözcüler diker.” (Cin, 72/27-28).
Ayette ifade edilen “اَحْصٰى” kelimesi, ufak çakıl taşları olan “حصٰى” lafzından gelir.[54] Ayetteki bu kelime ile ilgili İsfahani şöyle der: “Yani her şeyi sayı olarak tahsil etmiş, ortaya çıkarmış, derleyip toplamış ve ilmiyle ihata etmiştir.”[55]
Her şeyi gerektiği gibi eksiksiz yaratan, yapan ve sunan Rabbimizin, indirdiği Kitabına bu özeni göstermemesi ve elçisine bunu emretmemesi olacak şey değildir. Nitekim Rabbimiz her şeye gerektiği şekli, ölçüyü verendir.[56]
Kuran ayetlerinin muhkem olmasının manası, ayetlerde noksanlık ve bozukluk olmaksızın sağlam bir nazımla düzenlenmiş olması veya sağlamlaştırılmış, bir bütün halinde olmasıdır.[57]
الَر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِن لَّدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ
“Elif-Lâm-Râ! Bu (Kur’an); daima doğru hükümler veren ve her şeyin iç yüzünü bilen Allah’ın bizzat kendisi tarafından, ayetleri hem muhkem /hüküm içerir hale getirilmiş hem de ayrıntılı olarak açıklanmış bir kitaptır” (Hud 11/1).
İşte bu yüzden Rabbimiz:
قُلْ فَأْتُوا بِكِتَابٍ مِّنْ عِندِ اللَّهِ هُوَ أَهْدَى مِنْهُمَا أَتَّبِعْهُ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
De ki: “Öyleyse Allah katından bu ikisinden (Tevrat ve Kur’an’dan) daha iyi rehberlik edecek bir kitap getirin, ben de ona uyayım. Doğru söylüyorsanız (getirirsiniz)” der. (Kasas 48/49)
Nitekim Resulullah vefatından önce “Ben size Allah’ın kitabı olan Kur’ân’ı bırakıp gidiyorum. Ona sıkı tutunsanız yoldan çıkmazsınız.”[58]– demesi, Kur’ân’ın eksiksiz toplanıp, yazılmış olduğunu gösterir. Nebimiz vefat ettikten sonra da sahabenin: “Bize iki kapak arasındakinden (kitaptan) başka bir şey bırakmadı.”[59] Bize Allah’ın Kitabından başka bir şey bırakmadı.”[60] Demesi, sahabenin elinde kitap olduğunu göstermektedir.
Biz, Müminler olarak dinin tam ve her hangi noksandan uzak olmasını Kur’ân’ın tam ve noksansız olmasına bağlıyoruz. Kur’ân’ın ister yazımında, ister emir ve yasaklarında, helal ve haramı belirleme konularda eksik olduğuna inanmak, Allah’ın dininin eksik olduğuna inanmak demektir. Teessüf ki bazı din ve mezhep mensupları Kur’ân’ın bu gibi konularda eksik olduğuna inanmakta, bu eksikliği kendilerince oluşturdukları kaynaklarla tamamlamakta ve Allah’ın şu ayetine aykırı düşünmekte ve davranmaktadırlar:
…الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِينًا…
“…Bugün dininizi, sizin için mükemmel hale getirdim, size olan nimetimi tamamladım. Size din olarak bu teslimiyet şeklini / İslâm’ı uygun gördüm…” (Maide, 5/3)
Kur’ân’ın belağatı, anlamı sözleri ve kavramların yerine göre dizilişi akleden insanlar için aynı zamanda birer mucizedir. Hiçbir beşer yazısı Kur’ân’daki ayetler kadar bir insanı mutlu edemez. Hiçbir beşer yazısı Kur’ân’daki ayetler kadar bir insanı iyiliğe teşvik edemez ve kötülüklerden sakındıramaz. Hiçbir beşer yazısı Kur’ân’daki ayetler kadar bir insana gerçekleri sunamaz ve ona sorumluluk yükleyemez. Kur’ân, insanlar için gerekli olan konuları en güzel biçimde eksiksiz olarak aktaran ve aralarındaki sorunları en kolay, en doğru yoldan çözen bir Kitaptır.
Netice itibariyle, Allah’ın yarattığı ve indirdiği hiçbir ayeti eksik, noksan bırakmadığı gibi kıyamete kadar insanlığa hitap edecek son kitabını da tam, noksansız bir Mushaf halinde yazıya dökmeden bırakmış değildir. Dolayısıyla yukarıda Kur’ân’ın Muhammed (a.s.)’ın sağlığında bir kitap halinde mevcut olduğu ile ilgili sunulan rivayetleri, ayetler ışığında değerlendirdiğimiz zaman Kuranın Allah ve Onun elçisi tarafından özenle yazdırıldığını, bir Mushaf halinde bulunduğunu ve korunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Son elçisi Muhammed aleyhisselam’ın kendisine indirilen vahyin, hangi surenin ve hangi ayetin nereye yerleştirileceğini göstermeden, yazdırmadan, sayfaları orada-burada dağınık olarak, bir Kitap/Mushaf halinde bırakmadan gittiğini söylemek, onun indirilen vahyi fazla umursamadığı yani elçilik görevini gerektiği gibi yapmadığı anlamına gelmektedir. Bu konuda aktarılan birtakım rivayetlerin, örneğin; “Dağınık olan yazılı malzemeler, kaybolmasın diye sahabe tarafından toplatılmış (cem), daha sonra bu malzemeler bir Kitap/Mushaf (şimdiki Kur’an) haline getirilmiştir.”[61] gibi söylemlerin sahabeye de atılmış bir iftira olduğunu düşünüyoruz.
Nebimiz, kendisinden önce gönderilen kitapların sonradan nasıl tahrif edildiğini bildiği ve gördüğü halde, sonraki nesiller için ne kadar önemli bir miras olduğunu anladığı halde, aynısının Kur’ân’da yapılmaması için gereken tedbirleri, önlemleri almadan Kur’ân eksiksiz bir kitap halinde bize bırakmadan aramızdan ayrıldığını söylemek tamamen gerçek dışı bir söylemdir. Dolayısıyla, böyle bir söylem, Kitabımıza ve elçimize atılan bir iftiradan ibaret olup, oryantalistlerin “Kur’ân eksiktir, Kur’ân tahrif edilmiştir” gibi iddialarına bir katkı sunmak anlamına gelir.
Aydın MÜLAYİM
__________________________________________________
[1] Sadık Kılıç, Kur’an’ın cem’i meselesi, Atatürk Üniversitesi, İslami İlimler Dergisi.
[2] Bkz: Ahmet Keleş, Kur’an’ın Cem’i ve Tertibi, İslami araştırmalar dergisi cilt: 14, sayı. 2001. Ahmet Keleş, bu yazısında, nakledilen bu rivayetlerden hareketle. Kur’an’ın gerek sürelerinin gerek ayetlerinin tertibinin tevkifi/ilahi tertiple olduğu sonucuna ulaşmanın zor olduğu kanaatindeyiz. Dolayısıyla Kuran, şu andaki gibi değil, nüzul sırasına göre tertip edilmelidir, der.
[3] ez-Zerkeşî, Bedrüddin Muhammed, el-Burhan fî Ulûmi’l-Kur’ân, Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut 1957, I, 235, 243.
[4] Buhari, Fezailü’l·Kur’an. 3.
[6] Hatta bu anlayışta olanların birçoğuna göre Keçinin yemesiyle kaybolan fakat hükmü kalan recm ayeti bile mevcuttu. Bkz. Buhari, “Hudud” 31; Müslim, Hudud, 8/1431; Ahmed bş Hanbel, Müsned, VI, 269.
[7] Ebû Bekr Muhammed b. Tayyib el-Bâkillânî, el-İntisâr li’l-Kur’ân, thk. Muhammed ʿİsâm el-Kudât (Amman: Dâru’l-Feth, 1422/2001), 1: 64.
[8] Adnan Muhammed Zerzür, Ulumu’I-Kur’an/Medhal ila Tefsfri’I-Kur’an ve Beyani /’cazihi, s. 82, Beyrut 1991; Geniş bilgi, Yusuf Alemdar, kıraatlerin oluşumu baglamında kur’an’ın cem’i konusuna yeni(den) bir bakış.
[9] Zürkânî, Menâhilü’l-ʿirfân, 1: 393; Süleyman Yıldız, Cemʿu’l-kur’an bağlamında Zürkânî’nin Kur’an’ın mushaflaşma sürecine ilişkin görüşleri, Araştırma Makalesi.
[10] Hindi, Kenzul Ummal,·l/614-615.
[11] Subhi’s-Salih, Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, s. 73-74, Beyrut 1990.
[12] Ebu Abdiilah ez-Zencani, Tarihu’l-Kur’an;· s. 69-75, Beyrut 1969.
[13] Buhari, “Fedâilü’l-Kur’an”, 22.
[14] Atik, Kemal, Ayet ve Surelerin Tevkifiliği Meselesi, EÜİFD, c.6, s. 217. Geniş bilgi için: T.C. Ankara üniversitesi sosyal bilimler enstitüsü temel İslam bilimleri (kelam) anabilim dalı Kur’an’da kitap kavramı doktora tezi Mücteba Altındaş Ankara – 2012
[15] Muhammed Hamidullah, Kurani Kerim Tarihi, s. 43-44, Beyan yay. İstanbul 2000.
[16] Gönderilen beldeler ve sahâbîler için bk. Buhârî, “Menâkıbü’l-Ensâr”, 45; Ebû Abdillah ez-Zencânî, Târihu’l-Kur’an, (Kahire: Müessesetü Handâvî, 2012), 41.
[17] Muhammed Hamîdullah, İslam’a Giriş, trc. Cemâl Aydın (Ankara: TDV Yay., 1996), 30.
[18] Tabersî, Mecmau’l-Beyan, c. I, s. 15.
[19] Muhammed Hamidullah, “a.g.e.”, s. 41.
[20] Buhari Sahih, Vl/123-124, 66. k./7. b., hd. no: 4997-4998; Geniş bilgi için, Hamidullah, K. Tarihi.
[21] Süli, Edebül Kuttab, s. 165; Geniş bilgi için bkz. Dr. Tayyar Altıkulaç, Mushafı Şerif, C. I, s. 19-20.
[22] Buhari, “Fedâilü’l-Kur’an”, 19.
[23] Buhari, “Fedâilü’l-Kur’an”, 22.
[24] Zürkânî, a.g.e., 1: 242, 246, 248.
[25] Atik, Kemal, Ayet ve Surelerin Tevkifiliği Meselesi, EÜİFD, c.6, s. 217.
[26] Hz. Peygamber’in vefatından sonra, Hz. Peygamberin evinde bulunan Kur’an sahifelerinin Hz. Ebu Bekir tarafından bir araya toplanıp kaybolmaması için de bir iple bağlandığı ifade edilmektedir. (Zerkeşi, Burhan, c.1, s.238; Suyuti, El-İtkân, c.1, s.185)
[27] Nisaburi, Garâibu’l Kur’an ve Reğâibu’l Furkan, c.1, s.28.
[28] Buhari, es-Salat 95; Müslim, es-Salat had: 124.
[29] İbn Hacer, “Fethul-Bari”, c, III, s. 156. Fakat İbn Hacer şunu da ekleyerek der ki; Direk muhacirlerin döneminde, Mushaf ise Osmanın döneminde oraya konmuştur.
[30] Zürkânî, a.g.e., 1: 247; Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, çev. Salih Tuğ (İstanbul: İrfan Yay., 1414/1993), 2/700.
[31] Buhârî, “Fedâilü’l-Kur’an”, 8.
[32] Zürkânî, a.g.e., 1: 255-256.
[33] Sicistânî, Kitâbü’l-Mesâhif, 88-9; Zürkânî, Menâhilü’l-ʿirfân, 1: 259.
[34] Zürkânî, a.g.e., 1: 346.
[35] Zürkânî, a.g.e., 1: 281.
[36] Dr. Tayyar Altıkulaç, Mushafı Şerif, C. I, s. 74-78.
[37] Katip Çelebi, Keşfüz-Zunun, M.E.B. Yay., İstanbul, 1971, c. I, s. 712.
[38] Geniş bilgi için: M. Hamidullah, “Allahın elcisi (sav) ve sahabe devrınde yazı sanatı”, çev. Hasan Çağlar, İslâmî Araştırmalar Dergisi, Ankara 1988, II/7,99.
[39] Geniş bilgi için bkz: Dr. Tayyar Altıkulaç, Mushafı Şerif, C. I, s. 74-78.
[40] Bkz. Bakara, 2/180.
[41] Bkz. Bakara, 2/282.
[42] Hatta bazı ayetleri keçi yediğini rivayet etmişler.
[43] Ayette geçen esâtîr (أَسَاطِيرُ) kelimesi, bir şeye hiza vermek, saf tutturmak” anlamına gelen satr (سطر) kökünden türemiş olan usture (اسطورة) kelimesinin çoğuludur.. Satara (سَطَرَ) fiilinin “yazı yazmak” anlamına gelmesi, harflerin hizaya sokulması, anlamlı bir şekilde sıralanması sebebiyledir.
[44] Her gelen elçinin elçiliğini ispat edecek bir belgenin olması gerekir.
[45] Ehl-i Kitap din adamlarından olan “Ahbar”lar, dini konuda hibrle/mürekkeple yazılar yazan şahıslar anlamına gelmektedir (İbn Manzur, c.4, s. 157)
[46] Bkz. Bakara 2/79; Enam 6/91-92.
[47] Bkz. Yunus 10/38; Hud 11/13.
[48] Rudi Parel Kur’an üzerine Makaleler. (Terc: Ömer Özsoy), Ankara, 1995, s. 169.
[49] İbn Kesir III/79.
[50] Ragıb el- İsfahani, Müfredat.
[51] Cem’ü’l-Kur’ân (Kur’ân-ı Kerîm’in mushaf haline getirilmesi), Kasım Sulul, Siyer araştırmaları dergisi sayı: 1, 2017 .
[52] İbrahim Sarmış, Hz. Muhammedi doğru anlamak I., Ekin yayınları, Baskı 3, s. 234-235.
[53] Sülün, Murat, Kur’an’da Kitab Kavramı ve Kur’an Vahiylerinin Kitaplaşması, s.117.
[54] İsfahani “Müfredat”. İsfehani, bu lafzın kullanılma nedeninin, Arapların sayıyı (hatasız, doğru) yapmaları için çakıl taşlarını kullanmalarıdır.
[55] İsfahani, “Müfredat”. Bu kavramın yer aldığı başka bir ayette şöyle buyrulmaktadır: “Her şeyi tek tek tespit edip yazıya geçirdik.” (Nebe, 29)
[56] “Biz, yarattığımız her şeyi bir ölçüye (kadere) göre yaratırız.” (el-Kamer 54/49)
[57] Taberi, XI/180; Razi, XVII/184.
[58] Müslim, Hac, 147/1218; Tirmizi, Vesaya 4, had., 2119, 4/376.
[59] Buhari, “Fedâilü’l-Kur’an”, 16.
[60] Buhari, “Fedâilü’l-Kur’an”, 18.
[61] : Ahmet Keleş, Kur’an’ın Cem’i ve Tertibi, İslami araştırmalar dergisi cilt: 14, sayı. 2001.