Türbeler size muhtaç!
Toplumun tarif olunan bu hali, ta’lim ve tahsil görmeyen bir işçinin elindeki malzemeyi bozup zayi etmesi kadar doğaldır. Lakin bu zayiatın akıbeti ateş olunca durup düşünmeye, bir işe girişmeden önce bilip araştırmaya ihtiyaç vardır. Cahil cesur olur, sonra hem zarar görür, hem zarar verir. Bizler cahillerin yolunu terk etmeli, dinimizin her meselesini Kur’an’da bulunduğu şekliyle kabul etmeli ve dinimize hurafeleri bulaştırmamalıyız. (A’raf /Ayet,3) Zira ebedi hayatın rahatlığını tercih edenler bu hesabı iyi yapmalıdır.
İslam dininde kesinlikle yeri olmayan ve şiddetle yasaklanan; ölülerden fayda beklemenin mantığını ve iddiaları cevaplayacağımız bu yazıda Allah’ın yardımını umarak ve niyet ettiğimiz hayrın ümmete ulaşmasını niyaz ederek söze başlıyoruz.
Ulu orta yol üstünde kabirlere rastlamışsınızdır. Şehirlerin imar planları uygulanırken yol işçilerinin karşısına kabristandan uzak bir mezar çıkıverir. Birileri de bu kabir hakkında bazı kerametler uydurmuşsa bu kabri bulunduğu yerden sökmeye içindeki kemikleri kabristanda bir mezara defnetmeye, ne –fukaranın evini başına yıkan- belediyenin gücü yeter ne de valinin! Yetkileri vardır da cesaretleri yoktur. Yahut itikadı bozuk olduğundan kabirdeki ölünün rahatsız edilmesiyle başına bir musibet geleceğini sanırlar. Bu kabirlerin yol ortasında çilesi sapık bir inanışın eseridir. Ölüler ne ruhlarıyla ne de cesetleriyle dirilere fayda ve zarar veremeyeceği halde ölülerden bile korkan bilgisiz insanlar o kabri selamet bir yere taşıyamaz, kabristana koyamaz. Sonra da bu korkaklar birçok mazeret uydurur veya uydurulmasına zemin hazırlar. Efendim neymiş, bu kabri söküyorlarmış da kepçenin tırnakları kırılmış, işçilerin başına iş gelmiş vesaire. Bunların hepsi Allah’tan korkmayan cahillerin uydurmasıdır. Sapkın sofilerin inandığı gibi orada yatan ölü şayet işitiyor ise onu yolun ortasından kaldırmamakla ona zulüm yapılıyor. Gece gündüz aralıksız motor sesi, korna sesi dinleyen bir mevta kabrinde bile kafa dinleyemeyecektir! Onun yol ortasındaki varlığı dirilerin dini inançlarını bozduğu gibi birçok kazaya da sebep olmaktadır. Buna rağmen yetkililer bu sıkıntıyı giderecek bir adım atmamakta ısrarlıdır. Bu milletin dinine her fırsatta saldıran laikçiler bile bu sapık inanışa göz yummaktadır. Hindistan’da yola yatan bir ineği rahatsız etmemek için arabasıyla kaldırıma çıkıp oradan yola inen şoförün haline katıla katıla gülen, vay dangalak vay diyen insanımız, biraz da kendi haline bakıp toprağın altındaki kemikleri rahatsız etmemek için kıvrım kıvrım yollar yapmanın kimleri güldürdüğünü de düşünmelidir.
Ölüler üzerlerine yapılan taş yapıların yüceliği ile yücelmezler, onların yüceliği varsa artık Allah katındadır.
Kimi insan kendisi hayatta iken mezar satın alır ve üzerini kendisi inşa eder. Bu fiil her insanın nefsinde yatan unutulmama hissinden ve kendisine verdiği dünyalık değerden kaynaklanmaktadır. Bir de yaptığı işin gelenek haline gelmiş olması ve dindeki yasağı bilmemesi buna eklenince, kul kendine türbe bile yapmayı hoş görür.
Hayattayken kadrini bilmeyen akraba ve yakınların, bir daha ikram istemeyecek olan ölüye son ikramı sunmaları neticesinde veya ölünün diri üzerindeki hakkı zannederek cahillikle veya mezarını bile yaptırmadı demesinler diye riyakârlıkla kabirler inşa edilmektedir. Kişinin yakınlarına göstereceği ilgi ve muhabbet de o öldükten sonra kabrini süslemek ve çiçek dikmekle değil, o hayattayken bu sevgiyi göstermekle olur. Çünkü ölü artık yapılan iyilikleri anlayacağı zamanı kaybetmiştir.
Bazı kimselerin bir dağ başına gömülmeyi vasiyet etmesi neticesinde aradan geçen zamanla kim olduğu bile unutulan bu kabir sahibinin evliyadır denilerek üzerine yapılan türbeler de vardır.
Ayrıca hayatında iken deli olduğu söylenen, namaz kılmaz, oruç tutmaz, küfürbaz kimseyi de “deli olmadan velî olunmaz” diyerek velileştiren ve türbesini yapan cahiller de çoktur.
Allah’ın mü’min kulları vardır ki dindar insanlar onları sever, hatta imanı zayıf kimseler dahi çoğu zaman onlara gıpta eder. O insanlar öldükten sonra, geri gelme imkânı kalmadığından, birileri tarafından büyütüldükçe büyütülür, övülür, haklarında birçok haber uydurulur. Övülen elbette ki Allah’a kulluğu ve Allah’ın emirlerine teslimiyeti olmalı ve örnek alınmalıdır fakat bu övgüler onun mucizeden öte uydurma kerametlerine dönüşür. Falanca zaman gitmediği halde Kâbe’de görenler olmuş, hem orda hem buradaymış, şunun olacağını bilmiş vs. gibi İslam’ın reddettiği inançları o mümin kullara iftira ederek insanları dinlerinde şüpheye düşürürler. Bir anda birden fazla yerde olmak (tayy-î mekân – tayy-î zaman) Kur’an’da delili bulunmayan İslam öncesi putperestlerin inanışlarındandır.
Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’i Kâbe’ye girip haccetmekten müşrikler alıkoymuş, ashabıyla birlikte haccedemeden tekrar Medine’ye dönmüşlerdi. Öyle bir hayal kırıklığı öyle bir hüsrandı ki bu dönüş, bu hüsranı mutluluğa çevirecek bir keramete güçleri yetse hiçbir sahabe haccetmeden geri dönmezdi. (Daha fazla bilgi için siyer kitaplarından Hudeybiye müsâleha(anlaşma)sı bölümüne bakınız.) Bu nasıl evliya kerametidir ki akıllısı, delisi, dirisi, ölüsü canı istedikçe bir anda hacca gidermiş, birileri de onları orda görürmüş.
Şu olacak dedi de aynen dediği gibi oldu diye uydurulan kerametlere gelince; olmadan önce olacağı bilmek mümkün değildir. Şayet böyle bir bilme mümkün olsaydı Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) 70 Kurrâ sahabenin öldürüleceğini bilir de onları münafıklara teslim etmezdi ve onların başına gelen musibetle yanıp tutuşmazdı. (Daha geniş bilgi için siyer kitaplarından Bi’ri Mâûne Olayı bölümüne bakınız.) Çünkü gaybı Allah’tan başkası bilemez, Allah’ın bildirdiği bazı gaybî haberler dışında peygamberler bile gaybı bilmezler. (Cin /Ayet,28)
“(Ey Muhammed) de ki: Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum, ben gaybı da bilmem…” (En’am / Ayet,50)
“(Ey Muhammed) de ki: “Ben kendime, Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim, elbette çok hayır elde ederdim…” (A’raf / Ayet,188)
Şu an gelinen nokta açıkça gösteriyor ki duvarlarda asılı duran Kur’an bizim elimizden tutmuyor, bize kılavuzluk etmiyor. Kitabımız diyoruz lakin ondan habersiz yaşıyoruz, peygamberimiz diyoruz, onun gösterdiği yol ne taraftır bilmiyoruz. Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de buyurduğu: “…Onlar ancak ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kimse gibidir. Hâlbuki (suyu ağzına götürmedikçe) su onun ağzına girecek değildir…” (Ra’d /Ayet,17) ayeti bu halimizi, ilgisizliğimizi, gayretsizliğimizi, körü körüne sebeplere yapışmadan kolaycılığımızı ne de güzel remz etmektedir. Bizim olduğu halde tanışmadığımız, ilgilenmediğimiz bir eşyamız var mı? Dinimiz bir eşyadan kıymetsiz mi, ebedi hayatımız ve biz bir eşya kadar değere sahip değil miyiz ki bu kıymeti takdir edemiyoruz? İşte bu sual yolun başlangıç noktası olmalıdır. Kendisine doğru cevabı verebilen yolun sonunu hayırla bulur inşallah. Bu yol sırat-ı müstekıym yoludur. Bu yol hakiki kılavuza uyanların ebedi rahatına ilerlediği dosdoğru istikamet yoludur.